İzmir’i ilk ne zaman gördüm hatırlamıyorum; ama büyük, güzel ve havalı bir şehirdi. Havasından mı, suyundan mı, oturmuş şehir kültüründen midir nedir, janti insanlar yaşardı.
Şehrin kendine özgü yaşam biçimi, sosyo-kültürel yapısı ve jargonu vardı. Nereye gitseler kendilerini belli ederlerdi. Hayatım boyunca şahitlik ettim ki, Kayserililer gibi açıktan söylemeseler de hal, hareket, tavır, jest ve mimikleriyle, memleketleriyle ne kadar övündüklerini saklayamazlardı.
Benim çocukluğumda ülke adeta üç büyük şehirden ibaretti. En önemli olaylar buralarda olurdu sanki… Devlet radyoları, tek kanallı devlet televizyonu ve gazeteler, tüm ülkeye bu şehirlerin haberlerini pompalar, kıytırık bir kuyumcu soygununu bile tüm teferruatıyla gösterirlerdi. Öyle ki her saat başı radyoda dinlemekten, tek kanallı devlet televizyonunda izlemekten ve gazetelerde çarşaf çarşaf görmekten, benim gibi meraklı bir çocuk aklı bile hangi soygunun hangi yasadışı örgüt tarafından yapılmış olduğunu tahmin edebilirdi.
Çok önemli bir olay olmadıkça, ulusal medyanın vizörleri şu anda da sadece metropollerin üzerinde… Küçük, sevimli Anadolu kentleri ise yalnızca otantik dizilerde doğal plato görevini yerine getirdikleri için yer alabiliyorlar televizyonlarda… Günümüzün artısı, her şehrin kendi yerel medyasının olması… Ayrıca teknolojik patlama artık yolda yürüyen herkesi bireysel medya haline getirdi. An itibariyle sosyal medyadan yapılan paylaşımlar, mesafe tanımaksızın dünyanın her yerine anında ulaşıyor. Hep merak ederim, 90 öncesi vefat etmiş birisi bugün aramıza dönse ne yapar acaba? Belki de bu yeni dünyaya uyum sancıları çekmektense, geldiği yere tez elden dönmeyi tercih eder.
Lafı uzattım; İstanbul, Ankara ve İzmir üçlüsü vardı bir zamanlar… Bir de unutulmuş şehirler… Çarşı tabir edilen kent merkezi dışında asfalt yolu olmayan toz, toprak kentler… Ayda yılda bir kere bir bakan, bir başbakan ya da bir Cumhurbaşkanı gelecek de onun geçeceği yerler asfaltlanacak, eli yüzü düzeltilecek.
Rahmetli Özal’la birlikte bu anlayış değişti. Artık unutulmuş kentler şöyle dursun, köylere kadar asfalt gitti. Yeni Belediye Kanunu ile emlak vergileri belediyelere devredilerek, gelirleri arttırıldı. Şehircilik, çevre ve kent bilinci oluşmaya başladı. 90 yılında birkaç ay İzmir’de yaşadım. O yıllarda pırıl pırıl, düzenli, trafik problemi olmayan, yaşam keyfi sunan gerçek bir Avrupa kentiydi. Ege bölgesinin başkenti ve bölgeye komşu kentlerin cazibe merkeziydi. Ticaret, sanayi ve turizmde bölgesel olmanın ötesine geçmiş, ulusal ölçekte lider markalar oluşturmuştu. İzmir’in “Central Park”ı muhteşem Kültür Park’ta kurulan İzmir Enternasyonal Fuarı, çok ses getiren şaşaalı bir yerdi. Dahi belediyeci Burhan Özfatura’nın kurduğu tanzim satış marketleri TANSAŞ markasıyla harikalar yaratıyor, önce bölgeye, sonra tüm Türkiye’ye yayılıyordu. Her zaman yakın ilgi duyduğum İzmir’i çok severdim.
2000’li yıllarda iş, ziyaret ve tatil gibi çeşitli saiklerle yine değişik zamanlarda İzmir’de bulundum. En son 1 ay önce oradaydım. Her gidişimde gözüm eski İzmir’i ve eski İzmirli’leri arıyor. İzmir, gitgide eski havasını kaybediyor. Kent, ülke ekonomisindeki eski ağrlığını yitirmiş durumda… Bölgesel başkent olma durumu hala sürüyor, ama çevredeki şehirler eskisi gibi değil, belli bir ivmeyi yakalamışlar, gelişiyorlar. İzmir’in ticaret erbabı da daralan piyasadan rahatsız… Aşırı göçlerden dolayı sosyo-kültürel yapı da çok değişmiş durumda… Gösterişli İzmir Enternasyonal Fuarı, sessiz sedasız sıradan bir organizasyon havasında… Kent, geçmişten gelen yüksek potansiyelini avuçlarının içinde eritiyor gibi…
İzmir’i ilk ne zaman gördüm hatırlamıyorum, ama son gördüğümde pek iyi görmedim. Haritadaki muhteşem konumunu, stratejik liman olma durumunu, modern ve planlı eski şehir kurulumunu, eğer kaldıysa janti İzmir’li hanımefendi ve beyefendilerin kurumunu, ha bir de muhteşem Kordon’unu bir kenara bırakırsak, sıradan bir Anadolu şehrinden ne farkı kalır acep şu güzel İzmir’in…
Veli DALBUDAK