

“Çocuk Sertaç” Oyuncaklı Yıllarında (Foto Suat / Altıyol-Kadıköy, 1950)
Sokak ve mahalle arkadaşlarımı okul arkadaşlarıma tercih ettiğim yıllardı… Çünkü onlarla asla ders konuşmazdık. Konular ise; “Senin kaç cicozun var?… Boyları ne?… Kaç topacın var?… Kaç gazoz kapağın?… Lefter’le Metin’in kartını değişir miyiz?”den öte gitmezdi…
Zambo jikletlerinden çıkan en “artiz” kartlarla “ters mi düz mü” oynamak, Niyet ya da Golden sakızlarından çıkma sporcu kartlarından “hiç çıkmayan”ı yakalamak ya da onları duvardan arkadaşının kartının üstüne düşürüp onun kartını “yutmak” ve hatta da “ütmek”, 55-60’li yıllar çocukluğumun “en baba” konularından idi.
Hele hele misketlerim… Boy boy, içi yapraklı cam, demir bilye ve de opalin… Toprakta çukurlar açılarak oynanan “mors”, yan yana dizilerek oynanan “benden baş” ya da birbirini kovalayarak oynanan “kafa karış”lar… Amaç ise hep aynı; kazanmak…
Hep barışık değildik elbette… Bazen birbirimizin yeni bir gazoz kapağını, sakızdan çıkma futbolcu resmini, iri cam cicozunu veya yeni tip renkli topacını kıskanırdık. Kavga edip birbirimize küstüğümüz de olurdu. Ama yine de ben, sokak oyunlarını hep ev oyunlarına tercih ettim.
Babamın hastane başhekimliği görevi nedeniyle İstanbul’u takiben gittiğimiz Anadolu’da, kimi oyuncaklarım bu defa da kasaba fotoğrafçısının stüdyosuna ait olurdu; bir koskocaman sallanan at veya yüpyüksek üç tekerlekli demirden bisiklet ya da bir büsbüyük uçak teyyaresi…
Özellikle bayramlarda şık kıyafetlerle çektirilecek “aile fotoğrafı”, stüdyodaki oyuncaklar sayesinde çocukların da bi’ kolay kabul gördüğü adetlerden idi. Sonuç ise herkesi mutlu kılardı; biz çocukları, ailemizi ve tabii de parasını alacak fotoğrafhane sahibini…
50’li yıllarda yaygınlaşan lunaparklarda, çarpışan arabalarda kendimi gerçek otomobilde hissederdim. Çoğu zaman ise bu arabaların gerçek müşterileri, yanına oturmak zorunda olduğum ve fakat ki çocukluklarını hâlâ yeterince yaşayamamış olan büyüklerim olurdu.
Biraz daha büyüyüp de yaşım sekizlere ulaştığında, koldan vitesli direksiyonunu tellerden, tekerleklerini ise birmiş makaralardan yaptığım arabamla ya da demir bilyalı tornetimle, otomobillerin çok geçmediği caddelerden gidişim gelir aklıma… Ya da yağmurda kaldırım kenarından hızla akan sulara bıraktığım o kâğıttan sandallarım, gemilerim…
Tahtadan arabalar, metalden uçaklar, yanar döner ışıklı tanklar, ipe bağlı mantarını hemen dibine atan tüfekler, teneke trampetler, düdüklü Eyüp testiler, yıpranmış fotoğraf albüm sayfalarını çevirdikçe sanki yılların gerisinden gülümseyerek bize göz kırpmaktalar. Şimdilerde ise, “ileride bakarız” diye fotoğraf kâğıdına bastırmaya üşendiğimiz dijital fotoğraflarımız bu sanal dünyanın girdapları içerisinde hızla kaybolmakta…
Evet… Çocukluğumuzda oynadığımız o oyuncakları, yaşımız kaç olursa olsun hayal sandıklarımızda hep sakladığımızdan eminim… Hatırlanması için aslında öyle pahalı oyuncak olması falan da gerekmez. Çünkü biliyoruz ki; onları unutulmaz kılan, aslında çocukluğumuza duyduğumuz özlem…
İşte; o masum dönemleri tekrar yaşamak ve de geçmiş hayallerin hazzını tekrar hissetmek istiyorsanız, çocukluk fotoğraflarınızın yer aldığı o albümlerinize gidiniz. Albümlerin sayfalarını çevirdikçe göreceksiniz ki; “Bir elinizde o hiç unutamadığınız oyuncaklarınız… Diğer elinizde ise o hiç unutamadığınız kendi çocukluğunuz ”…