Bundan 200 yıl kadar önce fotoğraf makinesi yoktu. Kendini kalıcı hale getirmek isteyen veya kendi cismini resim olarak yaşatmak arzusunda olan kimseler ressamları davet eder, resimlerini yaptırırlardı. Ressamın ustalığı, resmi aslına ne kadar benzettiği ile ölçülürdü. İçinde yaratıcılık, yorum ve özgünlük bulunmayan bu resimler, önemli bir sanatsal değerleri olmadan duvarları süslerlerdi.
O resimleri yapan ressamlardan anılarda kalan çok az kimse vardır. Resimleriyle üne kavuştuktan sonra bu zanaatkârlar zenginlerin yanına veya saraylara kapılanır, iyi para kazanır, sonra da unutulup giderlerdi. O dönemlerden bugüne unutulmadan kalan büyük eserlerden birisi Michelangelo’nun Mona Lisa tablosudur. Gerçek bir yaratıcılık, özgünlük ve yorum simgesi olarak o günden bugüne örnek olur. Mona Lisa’nın yüzünün bir tarafı hüzün, diğer tarafı sevinç ifade eder. Onbinlerce resim zanaatkârı unutulduğu halde O, tüm büyüklüğü ve yaratıcılığı ile gerçek bir sanatçı olarak yaşar.
Kodak tarafından ilk fotoğraf makinesinin ve fotoğraf filminin yapıldığı yıllarda doğan Van Gogh, içindeki büyük resim yeteneğini ve renk tutkusunu fotoğraf makinesinin ulaşamayacağı yaratıcılıklara yönlendirdi. Coşkusunu, sevincini, hüznünü, acılarını, tüm duygularını büyük bir yaratıcılıkla tuvallere döküyordu. Ormanların, ağaçların, göllerin resimlerini yapıyordu; ama yaptığı resimler o ağaçlara, çiçeklere, göllere benzemiyordu. Diğer ressamlar baktıkları modellere benzeyen resimler satıp geçinirken, O bir tek tablo bile satamıyordu. Ağabeyi O’na yaşayabilmesi için küçük bir haftalık veriyordu. O haftalığın bir bölümünü tuval ve boya giderlerine ayırdığı için haftanın dört günü oruç tutuyor, üç günü ise yemek yiyordu.
Açlık ne coşkusunu, ne renklere olan tutkusunu, ne yaratıcılığını hiç etkilemedi. Daha fazla yiyebilmek için yaratıcılığından ve özgünlüğünden hiç ödün vermedi. Karnı iyi doyan benzetmeci ve kopyacı ressamlar, dünyaya ve sanata hiçbir şey katmadan unutulup gittiler. Van Gogh ise çağının sanat anlayışını alt üst eden, modern resmin gerçek anlamda kurulmasına öncü olan, resmin sanat haline dönüşmesine büyük katkı yapan bir sanatçı olarak yaşıyor.
Allah bizi dünyaya getirdiği zaman hepimiz tertemiz doğarız. Damarlarımızda hiç kin, kıskançlık, hırs, hasislik, korku akmaz. Her tarafımız, üzerine hiç fırça değmemiş bir tuval kadar tertemizdir. İlk fırçayı ellerine annelerimiz ve babalarımız alırlar. Ardından büyükanneler, büyükbabalar, akrabalar, arkadaşlar, öğretmenler, daha sonra eşler… Herkes kendi anlayışına, kendi çıkarına, kendi isteğine göre bizim tuvalimizi boyamaya başlar. Ardından kanunlar, toplum kuralları, örf ve adetler, derken mahalle baskısı gelir. Din adamları devreye girince Haçlı Seferleri ile kan gövdeyi götürür, parayla cennetten yerler satılır, şeriatla kollar kesilir, recimler yapılır.
Hiç kimse kendi fırçamızı, kendi elimize vermek istemez. Herkes ressam olup bizim hayatımızı resmetmek ister. Kesinlikle yaratıcı, özgün, orijinal, coşkulu ve yorumcu olmamızı istemezler. Tüm baskıları bizim uyumlu, uslu, cici çocuk olmamız üzerinedir. Akıllı olmamızı, çıkarlarımızı korumamızı, köşeyi çabuk dönmemizi öğütlerler. Hayatımızın en önemli dayanak noktası olan işimizi ve eşimizi bile aklımızla seçmemizi önerirler. Kalbimizi, duygularımızı, yeteneklerimizi hiç önemsemezler.
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başları, insanlığın şaşkınlık dönemi oldu. Buharın keşfiyle yeni ulaşılan yerleri paylaşabilmek ve gelişen endüstrinin ürettiklerini satabilmek, daha çok kazanabilmek ve daha çok şeye sahip olabilmek yalnız normal insanları değil, devletleri yöneten insanları bile çılgın hale getirdi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, insanlık tarihine kara bir leke olarak sürüldü.
Şimdi iletişim çağında yaşıyoruz. Hayatımızın fırçaları profesyonellerin eline geçti. Şirketlerine daha çok kazandırabilmek için bize istediklerini giydiriyor, istediklerini yediriyor ve istediklerini içiriyorlar. İsteklerine bilinçsizce uyabilelim diye bizim ruhsal ve duygusal yönden gelişmemizi, kendi fırçalarımızı elimize almamızı hiç istemiyorlar. Ne kadar kolay insan olursak, o kadar kolay etkiliyorlar. Her an aklımızı yaşamımıza egemen kılmaya ve çıkar bilinci içinde olmaya yönlendiriyorlar. Özgünlüğümüzü, orijinalliğimizi ve yaratıcılığımızı ne kadar çok köreltirlerse o kadar kolay yönetiyorlar. Özellikle medya, bizim ruhsal aydınlığa ulaşmamızı hiç istemiyor. Türk örfüne, âdetine, geleneklerine, ahlaki değerlerine uymayan dizilere, cinselliğe ve kutu aç, kutu kapa oyunlarına toplumu tutkulu yaparak ruhsal gelişimimizi engelliyor, yüce değerlere bağlılıktan uzaklaştırıyor.
Kendi fırçamızı kendi elimize alamadığımız, kendi hayatımızın ressamı olamadığımız takdirde, herkesin kendi çıkarına göre vurduğu fırça darbeleri ile oluşan, karmakarışık, sıradan, değersiz bir tablo oluruz.
İnal AYDINOĞLU