Ben, böylesini hiç görmemiştim. Heyecan doruk noktadaydı; herkesin adrenalini tavan yapmıştı. Günlerce bu meydanı canlı yayınlardan yakinen takip edenler, imrenerek izledikleri devrimin çocuklarıyla kucaklaşacaklardı. Hem de devrimden aylar sonra, devrimin kalbinde…
Hafif rüzgarlı, parlak güneşli bir gündü. Birkaç gün önce gökyüzünü saran çöl tozlarından da eser kalmamıştı. Üstelik, yeni açmış taze bahar çiçekleri de rüzgarla birlikte yayılıyordu etrafa… Kara Afrika’nın kara bahtına inat, geçtiği yerlerin yüzünü ağartan kutsal nehir, sakin sakin akıyordu. Her zamankinin aksine, turist gezdiren tekneler de kıyıda demirlemiş, olağanüstü güzel akan suyun dalga seslerinde ruhlarını dinlendiriyorlardı.
Nehrin kenarına dizilmiş lüks otellerin Fransız balkonlarından biraz düşkün aristokrasi, biraz yüksek bürokrasi ve biraz da şımarık burjuvazi el sallıyordu. Hiçbir kurala tabi olmadığı halde, yine de geniş caddelerden beklentinin çok üzerinde akan trafik, her zamanki gibiydi. Radyoda sürekli siyasi haber ve yorumlar veriliyordu. Yeni düzenin coşkusu insanların gözlerini parlatıyor olsa da, coğrafyanın geneline çok uzun yıllardır sinmiş olan yeis duygusu, hafif rüzgarda bile bayrağını dalgalandırıyordu.
Bir ülkenin bütün kalelerinin zaptedilmesi, ordusunun dağıtılması, idaresinin teslim alınması elbette acıdır. Fakat bundan daha acı olanı, bütün umutlarının yok edilmesi, kadim medeniyetinin dağıtılması ve değerlerinin tarumar edilmesidir. Bireylerin, kendilerine bahşedilen dar alanda gündelik işlerini sorgulamaksızın, geleceğe rüzgarın önünde savrulan bir hazan yaprağı gibi belirsizce ilerlemeleridir.
7 kişiydiler, Nil’in üzerindeki köprüye 500 metre kala indiler, bindikleri belediye otobüsünden… Hiçbir konforu olmayan, kırık dökük, eski püskü otobüste dur kalk gitmektense, nehirden esen tatlı rüzgara göğüslerini açarak, büyük adımlarla hızlı hızlı yürümeyi tercih ettiler. Bir tarafta ağır ağır akan sabah trafiği, diğer yanda içinden yıkanmış, temizlenmiş, biraz ıslak ama pırıl pırıl bir tarih çıkacakmış gibi akan Nil…
7 kişiydiler, yedisi de trafiği görmüyordu bile… Ortamı kirleten korna seslerini duymuyorlardı. Bir tarafları kör ve sağır olmuştu. Yalnızca nehrin sularına vuran sabah güneşini görüyordu gözleri ve yalnızca meydandan yükselen sesleri duyuyorlardı. 7 kişiydiler, rüyada gibiydiler. Yakınlardaki mağaralardan kopup gelmiş yedi uyuyanların modern versiyonu olmak için tek eksikleri Kıtmir idi.
Tesadüf bu ya, akasya ağacının altında kaşınan sevimli bir köpek, kokuyu almış gibi düştü peşlerine… O hatayı yapmayacaklar, ellerini ceplerine atmayacaklar, yüzyıllar öncesinden kalma parayı asla harcamayacaklardı. Sırrı ifşa edecek herşeyden uzak duracaklardı. Nil’in iki yakasını bağlayan köprünün üzerine geldiler. Hep birlikte nehre doğru döndüler. Kollarını yana doğru açtılar. Aynı anda kollarını yarım daire çizerek göğüslerinin üzerinde kavuşturdular. Kaç bin yıllık medeniyet varsa, hepsini kucakladılar. Kadim tarih aktı gönüllerine… Bu uykudan hiç uyanmak istemiyorlardı.
Meydandan yükselen sesler uyandırdı onları… O vakit neden burada olduklarını ve niçin buraya geldiklerini hatırladılar. Nil’in rüzgarından son bir nefes çektiler. Meydandaki coşku seslerinin kuvvetli yankısı kulaklarında patlamamış olsa, bu derin nefes onları üç yüz yıl daha uyutabilirdi. Yola revan oldular. Ağaçlıklı nehir kıyısında, gezi teknelerinin miçolarının bağırış çağırışları arasında bir süre yürüdüler. Bu sırada yanmış-yıkılmış birkaç lüks otel, devrime şahitlik yaparcasına selamladı onları…
Onlar da şahit oldular devrimin kararmış izlerine… Köşeyi dönüverince, o devrim gazisi otellerin arkasında tüm ihtişamıyla Kahire Müzesi göründü. Devrim şahitleri, bir selam sarkıttılar mumya ülkesinin sakinleri Tutankamon, Ramses ve Nefertiti’ye… İçerden şangır şungur cam kırığı sesleri yükseldi. Camdan mezarlarında yatan firavun mumyaları da katılmak istiyordu bu devrime…
Kendilerinden daha firavun birine katlanmaktan sıkılmışlardı artık. Evet, müze bekçilerinin yıllardır üzerine sinen ataletten faydalanarak, terk-i diyar eyledi mumyalar… Ve onlar da katıldılar yedi uyuyanlara… Tüm uyuyanlar, uyanıyordu artık. Tarih uyanıyordu. Devrim, işte böyle bir şeydi…