Birkaç gün, bir hafta ya da birkaç ay ayrı kalıp, tekrar geri dönerken büyülü bir beklentinin derin sarhoşluğunda yüzer ruhum. Hiç terk etmek istemediğim bir haldir bu… Yaşadığım kente dönüşün yarattığı tüm vücudumdaki enerji, beynimdeki sihirli notaları harekete geçirir. Notalar yepyeni bir Kadıköy senfonisinin peşinden koşarlar. Bu çok kalabalık orkestranın şefi, aklımdan geçen notaları, parmak uçlarından yıldızlar damlıyormuşcasına sihirli çubuğunun ucuna yansıtır. Bir masal ülkesi olmuştur Kadıköy, senfonik hayallerimin içinde.
Sadece Kadıköylüler’in değil, İstanbul’un tamamının muhteşem oyunlar izlediği fantastik tiyatro binasından Külkedisi, saat 12’yi çalmadan kaçmaya çalışırken, ayakkabısının tekini Adalar İskelesi’nin önünden denize düşürür. Aşk dolu mehtabın pırıl pırıl aydınlattığı tertemiz denizin dibine doğru yol alan, Külkedisi’nin kaderini değiştirecek objeye gözleri kilitlenen Ada Vapuru’nun son yolcuları, oyunun bu modern yorumunu ayakta alkışlarlar.
Klasik masalda Prens’in işi pek zor değil. Çünkü sihirli obje sarayın merdivenlerinde düşer, hemen buluverirler. Ama artık devir değişti. Ekmek nasıl aslanın midesine indiyse, Külkedisi’nin ayakkabısı da denizin dibine iniverdi. Prensler’in işi zorlaştı. Üstelik, Külkedisi belki de bilinçli bir tercihle sevgili ayakkabısını denize düşürdü. Prens’ten pek hoşlanmamış olabilir mi? İşini zorlaştırmak istiyor anlaşılan. Hatta Prens dışında yiğit delikanlılardan birinden de hoşlanmış olabilir. Sonuçta denizin dibindeki mücevheri bulan, üvey anne zulmüyle inleyen pırlantaya yani Sindirella’ya kavuşacaktır. Artık şartlar eşit, Prensler’e ayrıcalık yok. Hala bu devirde kendini prens zannedenlere de.
Şef, sihirli çubuğundan yıldızlar saçarak yönetiyor orkestrayı. Notalar ruhumun derinliklerinden Khalkedon’a doğru ilerliyor. Yüzünü denize dönmüş açık hava tiyatrosundan Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu yükseliyor. Seyirciler, günümüzün popüler kültürünün bayağı müzik anlayışına teslim olmamanın verdiği anarşist bir ruh ve Yunus’un “Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm” sözünün sırrına matuf olmuş bir derviş edasıyla oturuyorlar. Bu Kadıköy ahalisi de bir başka canım. Hırstan, hasetten, gıybetten, dedikodudan, yalandan, dolandan ne kadar ariler. Her yerde takdir ediliyor, parmakla gösteriliyorlar.
Duydunuz mu bir vakıf kurmuşlar. Ne kadar dilenci, tinerci, şarapçı, evsiz barksız, kimsesiz var ise onları bir rehabilitasyon merkezinde ağırlayıp tedavilerini, bakımlarını eksiksiz yerine getirerek topluma kazandırıyorlarmış. Herşeyi Devlet’ten, Belediye’den beklemiyorlarmış. Malum onların çok önemli işleri var. Maazallah kaldırımları bir yapmazlarsa halimiz nice olur. Allah onlardan razı olsun. Ama bu kadar güzel taşları döşüyor, en güzel asfaltları atıyorlar, en küçük yağmurda neden her yer göl oluyor? Yoksa bizim yaşlı külkedisinin içi göçmüş te makyajla süsle püsle günü kurtarmaya mı çalışıyorlar?
Şef, çubuğunu hızlı hızlı sallıyor sağa sola. Tempoyu arttırıyor, sazlar kükremiş sel gibi. Tüm yöneticileri, sorumlu olan herkesi uyarıyor sihirli çubuğunu kızgın kızgın sallayarak. Kadıköylü’lerin üzerine notalar birer ses bombası gibi düşüyor. Uyuyanlar uyanıyor, uyanıkmış gibi duran dalgın ahaliyi de uyandırıyor derin uykudan dönenler. Bir direniş başlıyor uykuya. Bir direniş başlıyor körlüğe. Bir direniş başlıyor sağırlığa. Bir direniş başlıyor ruhsuzluğa. Bir direniş başlıyor kalpsizliğe.
Uyanıyoruz, görüyoruz, duyuyoruz, ruhumuzda ve kalbimizde hissediyoruz. Külkedisi düştüğü yerden kalkacak.
Veli Dalbudak