

Fayton Sefası, 1965′ (R. Sertaç Kayserilioğlu koleksiyonu)
Gerçek oydu ki; bir zamanlar Kadıköy’ümün cadde ve sokakları ile, o caddelerinde yükselen sesler arasında müthiş bir uyum güzelliği vardı. Haydarpaşa’dan kalkan bir kara trenin yanık düdüğünden, Kalamış Vapur İskelesi’ne yanaşan vapurun boğuk düdüğüne, Erenköy’de faytonların ağır aksak “çık çık” seslerinden, Suadiye’de tramvayların “çan çan” seslerine uzayıp giden, bir soylu armonidir şimdi hatıralar parkurumda yol alan…
İlk hatırladığım ses o çocukluk günlerimden arta kalan, Kadıköy’ümün o ray böcekleri tramvaylarından gelendi. Henüz tuğlasını göğe yaslamamış tek katlı Bağdat Caddesi’nde duyulan “çan çan” sesleri, bir hicazın ya da nihavendin nağmelerini usta bir uddan alıp sokaklara döker, tramvayın arşı ile elektrik tellerinin buluşmasında etrafa saçılan şerareler, gecenin karanlığını siyahtan koparıp mor lacivert karışımı bir aydınlığa götürürdü yer yer…
Çocukluk özlemimi duyduğum seslerin bir diğeri, bindiğim fayton arabalarının etrafta yankılanan sesleri idi… Önce; Erenköy Durağı’nda sıra sıra duran o şaşalı faytonlara binmek için anneme döktüğüm dilleri anımsarım. Sonra da; isteğimin amacına ulaşmasının ardından arabacının yanına en öne kuruluşumdaki o hınzır sevincimi… Kemendin boştaki ucunu tutturulmuşluğumdaki kandırılışa aldırmayan, ve fakat ki arabayı nasıl kullandığımın(!) etraftan fark edilip edilmediğine baktığımı hatırlarım… Bir de; Suadiye Emin Ali Paşa’daki bahçeli evimize değin, nalların parke taşlarıyla birlikte sundukları o muhteşem sokak solosunu…
Tüm çocukların kimin çocuğu olduğunun bütün mahalleli büyükler tarafından bilindiği o 1955’lerin çocukluk Suadiye’mde, mahaller arasında oynarken bahçeler içindeki köşklerden etrafa, şöhretinin ilk basamaklarında olan Zeki Müren’in taş plaklarından en güzel şarkılar yayılır, henüz arabeskin girmediği kulaklardan gönüllere ise; “Bir bahar akşamı rastladım size” sözcükleriyle sevgiliye “siz” diye hitap eden farklı saygınlık sunulurdu.
Oyunların en hararetli anında, evlerin üzerinden bir yerlerden gelen “dondurmam kaymaak” sesi ile tüm oyunlar durur, dondurmacının iterek getirdiği üzeri rengarenk tenteli beyaz arabanın etrafını bir anda çocuklar sarardı. Küçük küçük külahlarla 10-15 kuruşa yediğimiz süt dondurmanın çeşidi, bugün Mado’nun yanık külahlarından yediğimiz kadar binbir çeşit değildi belki ama, yine de o günlere özgü tadının hâlâ damaklarımızda bir yerlerde durduğu kesin…
Dondurmacının köşeyi dönerkenki sesine bu kez bir başka çıngırak sesi karışır, uzaklardan “gaymaak yoğurt” diye gelen ses ile az sonra bir başka keyifli seyir başlardı. Örnek giysileri içinde yoğurtçu önce sırtındaki kalın tahta sırıkta asılı çift taraflı tepsilerini indirir, sonra da küçük teneke kutusundaki özel kepçesi ile şimdilerde ölesiye özlediğim bir parmak kalınlığındaki kaymağını kenara ayırır, ve yine kızılderili büyücüleri misali taşlardan yaptığı özel dirhemleriyle de tabağa koyduğu yoğurdu tartarak şovunu tamamlardı.
Sis düdükleri, tramvay çanları, satıcı nidaları derken çocukluk Kadıköy’ümden unutamadığım bir başka güzel ses de, tan vakti duyulan ve henüz mikrofonsuz yalın okunan ezan sesleriydi. Uzak bir yerlerden çıkıp da gecenin içinden gelen bu hoş seda adeta insanı bu alemden alır bir öteki aleme götürür, tasavvufla müzik, ibadetle ziyafet saba makamındaki nağmede kaynaşıp doruğa ulaşırdı.
İşte; Kadıköy’ümüzden o pek de çok zaman geçmemiş olmasına rağmen artık sadece özlemini duyabildiğimiz bu ses örneklerini tabiidir ki çoğaltabiliriz. Hepsinden öte, tüm eski İstanbulluların ağzından çıkan örnek lehçe misali artık bunlar, eski Kadıköy’ün bizlere yıllarca alıştırıp şimdilerde ise özlettiği o güzel sedalardan sadece birkaçı…
O zaman insanın içinden, İstanbul’un tüm güzel seslerini gözleri kapalı olarak dinlemeye alışmış Orhan Veli’ye şöyle seslenmek gelmiyor mu?: “İyi ki ölmüşsün Orhan Veli’m… Yoksa 26 yaşındayken içinde balık olmak istediğin rakı şişesinden değil, şimdi kahrından gidecektin o çok sevdiğin İstanbul’undan.
Hadi gel!… Gözlerin kapalı dinle bakalım dinleyebiliyorsan İstanbul’unu? O hiç dinmeyen otomobil ya da minibüs kornalarını, tıkanan trafikte dakika başı yol arayan siren seslerini, tezgahlardan yayılan arabi yalel müziklerini, seçim zamanı kulak yırtan siyasi otobüs hoparlörlerini ve nihayet aksanlı konuşan televizyon spikerlerini duy da, dinle bakalım İstanbul’unu öyle sessiz sedasız dinleyebiliyorsan. Sucuların, yoğurtçuların o mütevazı çıngırak seslerini, nanecilerin ise o güzel manilerini arıyorsan daha çok beklersin… İstanbul’un kuşluk vaktini anlattığın mısralarında; “Önce hafiften bir rüzgar esiyor, yavaş yavaş sallanıyor ağaçlar yapraklarda / Kuşlar geçiyor derken yükseklerden sürü sürü çığlık çığlığa / Ve ağlar çekiliyor dalyanlarda…” derdin…
Evet, gel de gör bakalım şimdi öyle mi sayın Veli? Martılar bu kez açlıktan çığlık çığlığa… Balığı azalmış Marmara sahillerinde değil, çöp dağlarında arıyorlar günlük nafakalarını artık… Sahil yolundaki çoğu lokantalar da ithal balık satıyor… Kalamış İskelesi altına kurulan o istakoz sepetleri şimdilerde sadece Moda’daki antikacıların tezgahında. Sıracevizler’de ceviz, Çamlıca’da çamlar, Ihlamur’da ıhlamur, Söğütlüçeşme’de söğüt kalmadı gayri. Tarabya eski Teraphia değil artık. “Bey Oğlu”nun da beyliği falan kalmadı zaten…
Evet sevgili Orhan Veli’m… Sen iyi ki o günlerde gelmişsin İstanbul’una da, rakı şişende balık olmak isterken dinlemişsin İstanbul’unu gözlerin kapalı… Ya bugün gelseydin?.. Ya bugün gelseydin?.. Gözlerin değil kapalı, fal taşı gibi olurdu… İyisi mi sen rahat uyu sevgili “şiirin velisi”… Ne diyelim; “Baki kalan bu kubbede, bir hoş seda imiş”…