

Burgaz, Kaşık, Heybeli, Büyükada, 1960’. (R.Sertaç Kayserilioğlu koleksiyonu)
Önce bir tutkudur Adalar, sonra da insanı sarıp sarmalayan bir sevda… Faytonların; nal sesleriyle asfaltın birlikte sundukları sokak solosunu dinlettiği yerdir… Kuşların ise hiç eksiltmediği sesleriyle nefeslerini…
Onlar; Marmara’nın koynunda uyuyan, İstanbul’un boynuna takılmış bir inci gerdanlığın taneleri… Onlar; Kadıköy yakamızın karşısında, onca yıpranmaya rağmen İstanbul’umuzun doğaya açılan pencereleri… Ve de onlar, bir güzel İstanbul’un ne yazık ki günümüze kalabilmiş son sayfiyeleri…
Heybeli’si, Burgaz’ı, Büyük’ü, Sedef’i, Kınalı’sı ile İstanbul’un nefesi Adalar… Gece olduğunda rengârenk ışıklarıyla İstanbul kıyılarına çapkınca göz kırparak kur yapan, baharla birlikte mimozalarının büyüleyici ve davetkâr giysilerine bürünmesiyle de bizi kendine çağıran Adalar… Çam kokuları içindeki güzelliklerini, Aya Yorgi’sini, Kalpazan Kaya’sını, Viran Bağları’nı, köşklerini konaklarını seyre davet eden Adalar…
Önce, bir tutkudur Adalar. Sonra da insanı sarıp sarmalayan bir sevda… Nice aşkların, acıların, güzelliklerin, heyecanların yaşandığı ve de tılsımını, sihrini, güzelliğini, yeşilini, sessizliğini hâlâ koruyan da bir yer. Nice şairin mısralarına şiirine, nice yazarın öyküsüne romanına, nice rejisörün filmine karesine, nice bestekârın da sesine müziğine ilham olmuş belde. Faytoncuların “hişt” sesleri arasında, nal sesleri ile asfaltın birlikte sundukları sokak solosunu dinlettikleri yer. Ve de kuş seslerinin hiç eksik olmadığı bir nefes…
Evet, artık mevsim İlkbahar… Ve de şimdi zaman Adalar zamanı… Küçük bir kaçıştır bu, çok uzaklara gider gibi sizi şehrin gürültüsünden alıp götürecektir az sonra bir Ada vapuru. Hem sonra başka vapurlara benzemez o vapurlar… Önce güvertede elif elif bir rüzgâr uçurur saçlarınızı, sonra da irkiltiverir kemanı ve darbukasıyla şarkı çığıran çingenelerin cümbüşü. Öyle bir ambiyanstır ki o, sevmeseniz de seviverirsiniz birden o bohem havayı. İstanbul arkanızda uzaklaştıkça, mavinin ortasında büyüyen bir fiyortlar dizisi adeta çeker içine sizi. Az sonra da, inilecek adanın çam kokulu heyecanı sarar yüreklerinizi.
İster bir günlük piknikçi, ister günübirlik ziyaretçi, ya da kırk yıllık adalı olun hiç fark etmez, hep aynı heyecanı duyarsınız. Zira orada sizi neyin karşılayacağını, sizi hangi duygularla başbaşa bırakacağını bilir, sonra da “tatilin iskelesi”ne yanaşmışçasına bırakıverirsiniz kendinizi o beldeye çımacının uzattığı tahta iskeleden…
Önce fayton çıngıraklarıyla irkilirsiniz, sonra da yorgun atların ada yokuşlarını sonsuz bir tekrarla nasıl da tırmanışlarını izlersiniz hayretle. Yokuşlar tüm adaların yorgun yollarıdır; akasyalar, çamlar, zakkumlar, begonviller, erguvanlar, manolyalar ise yılların verdiği ağır başlılıktaki kilometre taşlarınız…
Artık, koskoca bir gün vardır önünüzde bekleyen. Az da olsa kalan masmavi girilecek denizi ile başlayan, soluğunuz kesildiğinde ise çevrenizde kuş sesleri ile sizi çapkınca selamlayan. Sonra da, arasında piyasa yapılacak köşkleri, ziyaret edilecek kiliseleri, inanılmaz manzaralı bağları tepeleri ile devam eden, ama mutlaka faytonlu turu ve nihayetinde de kıyılarındaki salaş balıkçı lokantasında son bulan…
Aslında son bulmaz son bulmasına da, ama ne var ki adaları da anlatmaya satırlar yetmeyeceği için başka da çaresi kalmayan… Haydi, o zaman… Aman vapuru kaçırmayalım… Hem sonra biliyorsunuz; “Ada vapuru yandan çarklı, bayrakları ise cafcaflı… ”