Bir sevdadır sanat… Karacaoğlan’ın dörtlüğündeki gibi:
Beş yaşımda aklım geldi başıma/ On yaşımda gider oldum işime/ Varıp da değince onbeş yaşıma/ Bir kuru sevdaya yeldirdin beni.
Doğrudur, bir kuru sevdadır. Biz de onyedi yaş sonrası bu sevdaya iyice düşmüş ve Mektebi Sultani’ye veda edip, Ankara’ya, Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’ne doğru yola çıkmıştık. Meslekteki en güzel anılarım o yıllara aittir.
Tiyatroyu yüksek bölümü dahil beş yıl tahsil eylediğim, sonradan Mamak Nikah Dairesi yapılan o klasik bina… Cebeci günleri… Moda ve deniz hasreti ile gidilen Gölbaşı… Anılar, anılar…
* * *
Geçenlerde kaybettiğimiz büyük tiyatro adamı Cüneyt Gökçer, Meslek Dersi hocamızdı. Aynı zamanda hem Devlet Tiyatrosu’nda oyuncu hem yönetmen hem de genel müdür olduğu için, derslere zaman zaman gelirdi. Ama geldi mi ders gibi ders yapardık. Seyrek gördüğümüzden mi, mezun olup gideceğimiz kurumda genel müdür olduğu için mi bilmem, acaip çekinirdik Cüneyt hocadan…
Bir gün derse girdi, heybetli ifadesi ile şöyle bir durdu, mavi gözleri ile taradı sınıfı… Birden bana “dışarı gel” gibi bir işaret yaptı. Eyvah ki eyvah… Küçük sınıfız ya, okulda bir flörtümüz filan duyuldu herhal… Bizden önceki sınıfın tamamı disiplinsizlik nedeni ile okuldan atılmış zaten. Şu andaki bir sürü ünlü sanatçı o sınıftandır. Neyse, arkadaşların şaşkın bakışlarına bendeniz tir tir eşlik ederek çıktım sınıftan. Önde Cüneyt Bey, arkada ben… Sene bindokuzyüzaltmışaltı… Mevsim sonbahar… Hani “Suçunu biliyorum” dese, hemen başlacağım anlatmaya:
“Evet hocam, üst sınıflarla içki içtik… Evet efendim, bölümün camını ben kırdım… Niye mi kırdım? Piyano bölümündeki uzun saçlı kızla çıkıyoruz hocam.. Şey, yani hafta sonları çıkıyoruz…”
İtiraflarım hazırdı. Birden garip bir şey oldu, Cüneyt Bey cebinden elli lira para çıkarıp, bana doğru uzattı. Tamam dedim, disiplinsizlikten uzaklaştırma aldım, hoca acıdı, otobüs paramı veriyor. Gurur yapacağım tuttu, parayı almıyorum. Hoca rezonanslı sesi ile “Alsana şekerim” diyor… Ben, hocanın arkasından, arkadaşların sınıf kapısını aralamış, şaşkın şaşkın bize baktıklarını görüyorum. Birden hoca, Cüneyt Gökçer ve Devlet Tiyatrosu ciddiyeti ile Oidipus gibi bağırdı: “Alsana şekerim! Ailen gönderdi!”
Meğer o sıralarda rahmetli annem İstanbul’da tarihi bir filmde rol almış. Hoca da filmin başrolünde… Haftada iki gün İstanbul’a gidip geliyor. Ana bu, ne bilsin adamın bizim için ne ifade ettiğini… Belki de oğlunu okulda okuyan bir öğrenci değil de, Cüneyt Bey’in kankası olarak görüyor. Bizim titrediğimiz adamı mutemet tutup, bana para göndermiş. Aldım elli lirayı. Saçma sapan bir özür dileyip teşekkür ettim. Girdik derse. Çocuklar meraklı ve şaşkın… Teneffüste etrafımı sardılar; açıkladım: “Hocaya ders vereceğim yakında. Saati elli liradan peşinatı getirmiş…”
* * *
Sınıfın çoğu Ankara’lıydı. O zamanlar ara tatillerde bile herkes İstanbul’a gelirdi. Bizim evin adresi tek hatırda kalan adresti: Anahtar sokak, Kilit apartmanı… Bütün okulun ezberinde… Haydarpaşa’yı bulan bizim eve gelirdi. Bugünün birçok ünlü sanatçısı anneannemin mantısını tatmıştır.
* * *
Okul ve meslek anılarımı anlatacağım zaman zaman… Tiyatro, hayata tanıklık eden bir meslektir. Tiyatronun da sizin tanıklığınıza ihtiyacı var…
Hoşçakalın…