Aslında diplomamızı almamızla başladı her şey. Hayat mücadelesi, askerlik, evlilik, iyi bir iş, evin eksikleri, çocuk, kariyer… Hep yükselen çıtanın peşinde sürdü yolculuğumuz. Artık bu yoğun koşuşturmaca bir dursun ve biz çok yukarılardan bakalım ve algılayalım kendimizi.
Biz neyi istiyoruz? Akrabalarımızın veya komşularımızın sahip olduklarını mı? Yurtdışından gelme dergilerde görüp beğendiklerimizi mi? Ya da kişiliğimizi yansıtan düşüncelerle doğurduklarımızı mı? Biz, nasıl mekanlar istiyoruz?..
Büyüdüğümüz mekanları ele alalım. Hepsi eskilerde kalmış. Daha romantik bir tabirle nostaljik. Bu durum onları modası geçmiş, demode, kullanışsız veya zevksiz mi yapıyor? Açıkçası ailelerimiz o mekanları kurarken çok mu zevksiz davranmışlar? Ya da biz o eşyalardan sıkılıp, yenilik mi arıyoruz? Gerçekten o eski olan mı bizi çeken?.. Evin o eski kokusu mu? Gomalak cila ile cilanmış ve eskimişliğe karışan kolonya ile beraber kurabiye, yeni gitmiş misafirin arkasında bıraktığı temizlenmiş ev kokusuna karışan parfüm ve birkaç kişinin içtiği sigaranın eve sinmiş kokusu. Tüm bu kokular, beynimizde yaşanmışlıklara çağrışım yapıyor. Özleniyor veya bıkkınlık getiriyor. Herkes için etkisi farklı, tıpkı anlamları gibi…
Hepsini bir kenara koyalım. Aslında kendimizi tanımamız veya özümüzü anlamamız çok zaman alıyor. Hatta zevklerimiz ve beğenilerimiz, ömrümüzün ortalarına doğru oturmaya başlıyor. Bunun sonucunda da çok eskilerde gözümüze hoş gelen eşyalar, yeniden beğeni sınırlarımız içine giriyor.
Ya da hepsinden kurtulmak, kabuğunu kırmak, eskiyi unutmak, kendini var etmek, yenilemek, statüsünü ortaya koyacak bir mekan yaratmak, teknolojiye kapıyı açmak, başkasının zevki ile beğenimize yön vermek, bir profesyonelin ellerine teslim olmak, işi öğrenmek, öğrenirken çok çaktırmamak, belki bir tasarımcı veya içmimardan daha fazla ilgi alanını genişletmek ve mahcup olmamak için dergileri karıştırmak…
Daha küçük çocukken erkekler, dergilerde gördükleri araba modellerini estetik süzgeçlerinden geçirmeye başlıyor. Beğeniyor, eleştiriyor, tartışıyor, değerlendiriyor. Tıpkı kızların farklı dergilerde gördükleri elbiselere yaptıkları gibi… İşte buradan başlıyor zevkimizin belirginleşmesi.
Ancak beğenilerimize yön veren en önemli faktör çevremiz. Adeta bir bukalemun gibiyiz. Bulunduğumuz çevreye göre değişiyor rengimiz ve formumuz. Veya bir anda kabuğumuzu kırıp çok uzaklarda, yurtdışında görüp beğendiklerimizle gelişiyor zevkimiz. Çok uzun zamandır beğendiğimiz hiçbir şeyi beğenmez oluyoruz.
Rahatlık, konfor, “Başkaları ne der?”den kurtulmak, kendi kişiliğimizi yansıtmak, rengimizi ortaya koymak… Kısacası kabuğumuzdan kurtulmak…
Standartlar, etrafımıza bir duvar örüyor. Mağazalarda satılan her standart, bu duvara bir tuğla olarak ekleniyor. Onları beğendiğimizi sanıyor, diğer alternatifleri düşünmez oluyoruz. Artık bu duvardan kurtulmanın vakti gelmedi mi? Eğer cevabınız “Evet” ise, etrafınızı çok iyi analiz etmenizi, eleştirmenizi, “Ben olsaydım bu şekilde mi yapardım?” diye sormanızı ve sonunda kendinizi bulmanızı öneriyorum.
Gittiğimiz bir seyahatte aldıklarımız, gerçekten severek sahip olduklarımız veya kitaplarımız; içimizdeki renklerimizi, rahatlığımızı, titizliğimizi ve temizliğimizi yansıtsa. Örtüler veya perdeler şekil değiştirse. Hepsi “Biz” olsa, “Biz” koksa… “Başkası” olmasa… Bir mobilya mağazası olmasa örneğin… Takımlardan kurtulsa güzel olmaz mı?.. Belki hemen zor ama “Biz” olmaya karar verelim önce; ne olmak, nasıl yaşamak istediğimizi iyice bir içimize sindirelim. Bu süreç zaman da alsa, biz yine de çıkalım bu serüvene… Analizlerimiz sonucunda ortak bir bileşende buluşalım.
Evimiz bizi değil, biz evimizi yansıtalım…