

Suadiye Plajı, 1940… (R.Sertaç Kayserilioğlu koleksiyonu)
O yıllar; pırıl pırıl kumlu plajlarla dolu Kadıköy’ümüzde, besberrak sularında doyasıya yüzdüğümüz Fenerbahçe Plaj’lı, trampleninden kırlangıç uçtuğumuz Moda Plaj’lı ve de günün Avrupa modasını izlediğimiz bir cazibe merkezi olan Suadiye Plaj’lı yıllarımızdı.
Dünyanın hiçbir yerinde deniz, sahilini İstanbul’daki gibi sarıp okşayıp sevmemiş, dünyanın hiçbir yerinde deniz, kıyılarına buradaki gibi böylesi hülyalı, böylesi sevdalı olmamış ve de dünyanın hiçbir yerinde deniz, kumsallarını buradaki gibi böylesine cömertçe, böylesine hovardaca sevdalılarına sunmamıştı. Üç tarafı denizlerle çevrili İstanbul, karpuz kabuğunun suya düşmesiyle birlikte plajlarını açar, tüm sene hasret çekmiş su tutkunlarını ise, altın boynuzuna birer gerdanlık pırıltısı olarak astığı kumsallarında yaz ile buluştururdu.
O yıllar; çocukluğumuzun tek katlı Kadıköy’ünün, tuğlasını henüz göğe yaslamadığı, o yıllar; pırıl pırıl kumlu plajlarla dolu Kadıköy’ün, kıyılarını henüz dolma toprağa teslim etmediği yıllarımızdı. Hani, o papatyalarla süslü arsalarında koşturduğumuz yıllar… Hani, o yemyeşil çimenler üzerinde “aya maya kumpanya” oynadığımız yıllar… Ve de hani; o Caddebostan’ın, Kalamış’ın, Moda’nın dibi elle tutulası berrak, suyu kaşıkla içilesi plajlarında, “ördek suya daldı”lı yıllar…
O zamanlar çevre kirliliği diye bir kavramla henüz tanışmamıştık. 1 Mayıs’ın sadece “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak kutlandığı 60’lı yıllarda, Adalara yapılan alışılagelmiş gezinin vazgeçilmez parçası olan mevsimin ilk deniz siftahı, suyun soğukluğundaki ürpertide, aslında gösterişten öteye gidemezdi. En nihayetinde okulların tatiliyle birlikte, hemen her mahallede karpuz kabuğunun denize düştüğü haberinin büyük bir süratle yayılmasıyla da, plajlara kaçma işlemi, annelerimizin sıkı tembihine rağmen, çocukluğumuzun verdiği masumiyetlikle ilk startını alırdı.
Kadıköy yakasının sayfiyeliğinin avantajı, Fenerbahçe ya da Suadiye Plajı’na yanları açık tenteli tramvayla gitmeyle başlardı. Bahçeli köşkler arasından yapılacak “çan çan” sesli o doyulmaz seyahat için paso bilete ödediğimiz delikli kuruşlu tutar, plaj duhuliye biletinde artarak sürer, boş kabin bulmadaki zorluk ise, kendimizi biran evvel suya atmadaki aceleciliğimize karışırdı.
Derinden kum çıkarmaca, su üstünde kaydırmaca, su altında oturmaca derken, “ördek suya daldı”lar ile gün hızla gelip geçer ve en nihayetinde de ayakların geri geri gittiği eve dönüş yolculuğu başlardı. Derken eve varış, kapıyı çalış ve de nihayet, işte kader anı… Annemizin kola tırnakla çizgi testi yapışı ve “sen yine denize kaçmışsın” haykırışının ardından gelen cezanın dayanılmaz hafifliği…
Yine de ne güzelmiş… Anlattığım bu hatıranın, o dönemlere yetişmiş birçoğumuzda benzer bir biçimde yaşandığını biliyorum. Bugün az da olsa Kadıköy’ümüzü çevreleyen plajlarımız yine var. Ne var ki bunlar, bizim yıllar önce o bıraktıklarımız değil… Bunlar; o yıllarda, besberrak sularında doyasıya yüzeceğimiz Kalamış’ımız, Caddebostan’ımız, günün Avrupa modasının sergilendiği cazibe merkezi Suadiye Plajı’mız ve de trampleninden kırlangıç uçacağımız Moda Plajı’mız değil… Delikanlılığa adımlarımızı ilk attığımız ve gündüz boyu kumsallarda başlayan aşklarımızla, gece mehtapta sefasına uzandığımız sandallarımız ise zaten çoktan kaybolmuş…
Süreyya Plajı’nın, o denizin ortasında yüzerek çıktığımız Odeon’un simgesi şeklindeki “Bakireler Anıtı”nı, günümüzde Maltepe Sahilyolu’nda yarı beline kadar asfalta gömen zihniyet ile o güzelim kumsallarımızı ve de üzerindeki o güzelliklere yakışır güzel insanlarını ortadan kaldıran zihniyet, aslında “İstanbul Canavarı” filminde başrolü oynayan aynı kişilere ait. Şimdilerde baki kalansa bu kubbede, bir hoş seda, bir hoş hatırat…