Çayırın yanındaki futbol sahasının hemen önünde, büyük bir Türk bayrağı dalgalanıyor arkasında… Yanıbaşında satılmayı bekleyen hurda kağıtlar… İki küçük çocuk, çadırın önündeki hurda lastiklerin üzerinde oynuyor.
Sonra çadırın içinden yaşlı bir kadın çıkıyor, geleneksel kıyafetleri ile… Dışarıdaki sandalyeye oturup, boş gözlerle etrafı süzüyor. Bir boş sandalye daha var yanıbaşında… Çok geçmeden onun sahibi de aylak adımlarla gelip kuruluyor yerine…
Fotoğraf sahnesi tamam… Dalgalanan bayrak, eski püskü çadır, hurda kağıt yığını, oynayan çocuklar ve anne baba… Birkaç kare çekerek yaklaşıyorum. Selamlaşıyorum, sohbete hazırlar…
– Burada mı yaşıyorsunuz?
– Evet.
– Geçici bir süre değil mi?
– 30 yıldır buradayız, kağıt toplayıp satıyoruz.
– Kaça satıyorsun?
– 100 Lira.
– İyi, günde 100 liradan ayda 3.000 lira güzel para…
– Beyim, bunun tonu 100 Lira.
– Eeee…
– E’si şu, ayda 2 tonu zor topluyorum.
– Başka bir iş yapıyor musun?
– Davul, zurna çalıyorum.
– Keyiften mi?
(Herşeye rağmen gülüyor)
Hayat, şartlar ne olursa olsun hayat çünkü… Dedik ya herkesin bir dünyası var, parası olmasa da… Gülmek bedava, ağlamak da… Şiirdeki gibi “Hava bedava, su bedava” demek istiyorum, dilimin ucuna kadar geliyor, ama o eskidenmiş. Şimdi hava da, su da tarifeye tabi…
Gerçi ben bedava hiçbir şey olmadığını çok uzun yıllar önce öğrenmiştim. Talebeydim, cepte mangırlar sayılıydı. Galeria Alışveriş Merkezi yeni açılmıştı. İstanbul’un ilk AVM’siydi. Merak bizim de içimizde miyavlayıp duran bir kediydi sonuçta… Arkadaşlarla güneşli bir günde soluğu orada aldık. Dükkanlar cafcaflı, bir o kadar da pahalıydı. İçimizdeki meraklı kedi, sadece yalanmakla yetinmek zorunda kaldı. Koca AVM’yi dolaşınca ayaklarımıza kara sular indi.
Dışarıya çıktığımızda biraz dinlenmek için salkım söğütlerin gölgesinde oturduk. Daha sonra dönüş için minibüse bindik. Şen şakrak, gırgır şamata giderken minibüs ücretini ödemek için elimi cebime attım. Zaten elim kadar olan cebimde maden arar gibi paralarımı aramama rağmen, elim cepten boş çıktı. Ağacın altında yuvarlanırken, bozukluklar cebimden çimenlerin arasına kayıvermişti demek. Anladım ki bu şehirde söğüt gölgesi de ücrete tabiydi. Hem de tahsilatı size hiç hissettirmeden yapıveriyorlardı.
Evet, Beykoz Çayırı’nın yanındaki çadırda eşi ve çocuklarıyla hurda kağıt toplayarak yaşamını devam ettiren Mehmet Masim, aynı zamanda Kültür Bakanlığı tarafından belgelendirilmiş bir davul zurna sanatçısı… “Eğer çağıran olursa çalıyorum” diyor. “Çağıran var mı” diyorum, çok seyrek diyor. “Peki seyrek çaldığın için meleke kaybı, unutma olmuyor mu” diyorum. “Sen ne diyorsun” der gibi yüzüme bakıp; “Ben bunu anamın karnındayken öğrendim. Konuşmaya başlamadan davul çalmaya başladım, unutmam mümkün değil” diyor.
İçinde soba yanan çadırı, hurda kağıt yığınını, Mehmet’in davulunu zurnasını, erken çökmüş çilekeş eşini, oyuna dalıp dünyayı unutmuş yavrularını ve dalgalanan ay-yıldızlı şanlı bayrağımızı ardımda bırakarak, karmakarışık kafamla bu koca şehrin içinde kayboluyorum…