Barış Kitabı bizden çalındı. Kilit üstüne kilit vurmuştuk oysa. Sarayın en ücra köşesinde, yalnızca Kral ve vezirinin bildiği en gizli kasasından sırra kadem bastı. Senin çaldığın söyleniyor Sinbad!
Çok uzun yıllar önce şimdiki Kral’ın atalarından bir Kral, savaş üstüne savaş yaşanan zamanlarda, bir gece rüyasında kendi hükümdarlık döneminde hiç yaşamadığı barış zamanındaki ülkesinin durumunu görür. Renklisini bırakın siyah-beyaz televizyonun dahi olmadığı, ampulün bile icat edilmediği eski zamanlarda, adeta HD kalitesinde Led TV’den izler gibi muhteşem görüntüleri büyük bir hayranlıkla seyreder.
Her yer yemyeşil, gökyüzü masmavidir. Dağlar denizlere yaslanmış, denizler dağların koynuna sokulmuş, kedi ile köpek, kurt ile kuzu kardeş olmuş, tabiat bile barış ve huzur içerisinde fevkalade manzaralar sunarak mutluluk saçıyordu. Bağlar bahçeler göğermiş, tarlalar bereketlenmiş, aç yok açıkta yok, ülkeye huzur ve asayiş gelmiş. Kullar, bu emniyet ve saadet içerisinde ekmiş biçmiş, Devlet’e vergisini vermiş, hazine ağzına kadar altınla dolmuş, altının fazlasıyla ülke imar olmuş, uzak diyarlarda namı yürümüş.
Duyulunca bu şan şöhret, Dünya’nın her yerinden gezginler, tacirler, alimler, abdallar, şairler, ozanlar, elçiler, köylüler, işçiler, ustalar, denizciler, kah bir yerden bir yere giderken uğradılar, kah işlerini güçlerini bu güzel memlekette sürdürmek için yerleştiler. Her ırktan, her cinsten, her dilden, her dinden, her mezhepten insanlar geldikçe ülke daha da büyüdü, daha da güzelleşti.
O kadar güzelleşti ki, uzak diyarlarda hakkında konuşurken “Gökkuşağı Ülkesi” tabirini kullanıyorlardı; hem olağanüstü güzelliğini, hem de her rengi taşıyor olmasını ifade edebilmek için. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktu. Herkes devlet katında ve kanun nizam karşısında eşitti. Adalet bu toprakların hamurunda vardı sanki. Bu hamurdan mamül ekmek de hakça bölüşülüyordu. Azınlık çoğunluk fark etmeden bütün dinlerin ibadethaneleri aynı mahallede yan yana diziliyor, kapılar aynı meydana çıkıyor, bayramlar büyük bir coşku ile birlikte kutlanıyor, şükür duaları aynı Allah’a yükseliyordu.
Kültür, sanat ve edebiyat da doruk noktaya çıkıyor, yıllar sonra gurur ve gıptayla bakılacak eserler meydana getiriliyordu. Musikide yüzyılların imbiğinden süzülerek yazılan notalar, bu yüksek medeniyetin ismini de tarihe altın harflerle yazdırıyordu. Tiyatro oyunları topluma ayna tutuyor, Devlet mekanizmalarına eleştirel mesajlar göndermekten de geri kalmıyordu. Dedik ya “Gökkuşağı Ülkesi” idi burası. Tek ses, tek nefes, tek renk olabilir miydi hiç?
Şiir, bu ülkede renk renk, desen desen işlenmiş bir tablo, milimetrik detaylarına ince bir özen gösterilmiş bir heykel, mana aleminde yüzmek isteyenler için derin suları olan bir deryadır. Öykü, roman ve hikayeler ise, insanın iç yolculuklarının şahikalarıdır.
Tabii, her yükselen medeniyette olduğu gibi, koskoca ülkede iyisi kötüsü, akıllısı delisi, zayıfı güçlüsü, doğrusu yanlışı ile yoluna devam ederken; ortaya çıkan sıkıntılı durumları çözmek, başlıca Kral ve vezirin göreviydi. Bunu da nazar değmesin fevkalade yapıyorlardı. Yapmakla kalmayıp, akıllı Hükümdar, ola ki ileride dil, din, ırk noktasında bir zafiyet olur da bu yüksek medeniyet kardeş kavgasına düşürülürse, memleketin hali nice olur diye düşünerek vezirine bir kitap hazırlaması talimatını verir.
Vezir bunu kutsal bir görev olarak bilir ve çalışmaya başlar. Önce memleketin en ücra köşelerine gider, tebdil-i kıyafet dağ köylerinde, yaylalarında, çöllerinde, ovalarında, obalarında köylülerle yer içer, gezer çalışır. Dertlerini tasalarını görür, bilir. Sonra kasabaları, kentleri gezer, alışveriş eder, çarşı pazar nicedir görür. Payitahta döndüğünde bu defa da ilim, sanat ve edebiyat dünyasının içine dalar. Esnaf ve tacirlerin de, limandaki işçi ve gemicilerin de dünyasını kavramaya çalışır.
Tüm bunları yaparken, toplumsal sosyolojinin fotoğrafını çeker. Bu dirlik düzenliğin, bu ferasetin, bu dayanışmanın, bu kardeşliğin fotoğrafını kitabında anlatır. Bu güzel fotoğrafın sararıp solmaması için nasıl korunması gerektiğini tüm hassas noktalarıyla ortaya koyar. Yıllar sonra da başucu kitabı olacak bir şaheser ortaya çıkar. Kitabı mütevazı bir gururla Kral’a sunar. Kral kitabı okudukça hem halkıyla, hem kendiyle gurur duyar. Kitaba “Barış Kitabı” adını verir.
Kitabı halkının da okumasını ister. Halk da bu şaheseri çok beğenir. Fakat gel zaman git zaman, işbaşına gelen Krallar bu kitabı yasaklatır ve toplatırlar. Bu yasakçı yaklaşım halktan büyük tepki görür. Zamanla başka kitaplar da yasaklanır. Başka başka şeyler de yasak zincirine eklenir. Yasaklanan “Barış Kitabı”nın orijinali sarayda gizli bir yere kilitlenir. Her türlü zulüm ve işkence mübahtır artık. Adalet, asayiş, huzur ve mutluluk da gizli bir yere kilitlenmiştir. Savaşın, ihanetin ve ölümün bütün prangaları çözülmüştür. Masum kanıyla kirlenmiş eller, utangaç kızıllıkların hüküm sürdüğü pişkin yüzleri kapatma peşindedir.
Kral uykusundan uyandı. Güzel başlayan pembe düşler ülkesi rüyası, son anlarda kan deryası ülkenin kabuslarına dönmüştü. Hemen hatırladı, Barış Kitabı çalınmıştı bir kere. Çanlar hırsızın bulunması için çalınmaktaydı gündüz gece…
Her yerde senin çaldığın söyleniyor Sinbad! Eğer sen çaldıysan hemen geri ver, yok sen değilsen, onu çalandan geri alıp getirecek olan da senden başkası değil!
Veli Dalbudak