

Haydarpaşa Tren Garı, 1900′ (R. Sertaç Kayserilioğlu koleksiyonu)
Derken; Ne o yolculuklar kaldı, ne de o yolcular… Ne kara trenler kaldı, ne de o hatıra yuvaları Haydarpaşa’ları… Ve de şimdilerde; “Garibim… Ne bir güzel var avutacak gönlümü bu şehirde… Ne de tanıdık bir çehre… Bir tren sesi duymaya göreyim… İki gözüm, iki çeşme…”
Yolculukların çoklukla trenle yapıldığı yıllardı… Cumhuriyetimizin onuncu yılında tüm yokluklara karşın, “demir ağlarla ördük, anayurdu dört baştan” diyen sözlerin üzerinden henüz çok geçmediği yıllar… “İstanbul’un taşı toprağı altın” olduğunun henüz daha keşfedilmediği, tüm okların Anadolu’dan İstanbul’a çevrilmediği, henüz çatısını göğe yaslamamış tek katlı Kadıköy’de Çamlıca’dan kopan poyrazın soluğu doğrudan Haydarpaşa’da aldığı yıllar. Bütün peronlarda trenlerin “Kara Tren” olduğu ve de henüz ne “Fatih”in, ne de “Mavi Tren”in yer almadığı yıllar ufukta…
Yolculuklarının başlama noktası dendiğinde, ilk akla gelen yöre idi Haydarpaşa. İstanbul’un tüm yolları orada bağlanır, orada uzaklar yakın, orada yakınlar uzak olurdu… Orada söylenirdi bir arada ayrılık şarkılarıyla sevinç türküleri yanyana peronlarda. Orada seyrederdi insanlar “hüznün resmini” bir peronda “hoşçakal” derken İstanbul’a… Ya da “bir sevincin portresini” yılların ardından gelen bir kucaklaşmada hemen yandaki peronda…
Kimi zaman; elinde tahta bavuluyla İstanbul’a ilk ayak basanlar için siyah beyaz yerli film misali umuda merhaba olurken, kimi zaman da bu büyüleyici kentten ayrılanların türlü duygularla baktıkları son yer olurdu Haydarpaşa… Hareket saatine kadar bekleme salonunun tahta sıralarında oturan insan yüzlerinde okunan mahsuniyet, ayrılış sahnesinin uğurlama anında insanların yüzünde hüzne dönüşürdü. Peronun o kocaman siyah saatinin yelkovanı kadranın üzerinden düşüp ayrılık vakti çattığında, bir keskin düdük sesi içlerin en uzak hücresinde bile yankılanırdı.
Nihayet, lokomotifin sanki öfkeyle, sanki hışımla ateş püsküren bir boğa misali faşırtılar arasında koyuverdiği buhar treni yerinden kopartır, demir tekerlekler ile raylara yapacağı ilk esnek dansını başlatırdı. Peronun pencerelerden yavaş yavaş kaymaya başlamasıyla birlikte gözyaşlı mendiller sallanır, “hayırlı yolculuklar” dilekleri ile de, dudak aralarından dökülen dualar birbirine karışır, omuzladığı onlarca demirden evi peşine takan lokomotifin uzaklaşır olmasıyla da, peronda kalanların gözpınarlarından süzülen yaşlar sanki gidenlerin yüreğine akardı.
Gidenler; arkalarında bir avuç elem bırakırlarken, beklenip de gelmeyenler, arda kalana yıllar boyu okunuşu bitmeyecek bir “kahır mektubu” sunarlardı. “Gitmek mi zor, kalmak mı zor”un cevabının hiç bulunamayacağı üzere, tüm benlikleri Haydarpaşa’larına geri dönecekleri günün özlemi sarar, gidecek yere varıldığında ise, Orhan Veli üstadın şu mısraları, sevdiklerinden ayrı kalanların peşini gayri hiç bırakmazdı sılada; “Garibim… / Ne bir güzel var avutacak gönlümü bu şehirde / Ne de tanıdık bir çehre / Bir tren sesi duymaya göreyim / İki gözüm, iki çeşme…”
Uzun yol trenleri böylesine duygu yüklü kalkarken, Haydarpaşa’nın bir yan peronunda bu defa daha keyifli bir serüven hissedilir, o tertemiz Marmara’da kuğu misali süzülen vapor’undan inenler, bir an önce evlerine varabilmenin aceleciliği içinde, banliyö seferi yapan bu kara trenin kırmızı ya da yeşil deri döşemeli koltuklarında yerlerini alırlardı. Az sonra, son yolcunun peronda koşturmasıyla yankılanan ayak seslerindeki telaş, kondüktör düdüklerinin ince sesine karışır, Haydarpaşa Garı’ndan hareket eden tren, Söğütlüçeşme’yi geçtikten sonra, kâh Kızıltoprak’la birlikte geniş bahçeler içindeki ahşap köşklerle selamlaşarak, kâh Bostancı’dan sonra Adalar’a karşı Marmara’nın pırıl pırıl kıyıları ve de Süreyya Paşa misali plajlarıyla sevdalaşarak, son istasyonu olan Pendik’e kadar kıvrıla kıvrıla süzülür, hanımefendi ve de beyefendilerini, İstanbul’un sayfiyelerine taşırdı da dururdu.
Derken, derken aradan yıllar ve yıllar geçti. Yıllar yılı aynı trenler, aynı istasyonlara aynı insanları taşıdı da durdu. Demir ağlarla anayurdu dört başından ördüğümüz onuncu yılımızın üzerinden çok seneler geçti de, karayolunun egemen buyrulduğu fermanlarla demiryollarımıza 1 kilometre ray ilavesi dahi reva görülemedi. Nihayet bir büyük göç ile iki büyük iktidarın mücadelesini kayda geçti tarihler. Sihir mi bozuldu ne oldu, trenlerle istasyonlar aynı kaldı, lakin insanlara bir şeyler oldu, değişir olmaya başladı…
Ve yine derken, ne o yolcular kaldı, ne de o yolculuklar. Ne o kara trenler kaldı, ne de Anadolu’daki ilk yuvaları olan Haydarpaşa’ları şimdilerde de. Bir tek, yıllarca kara trenlerin soluklandığı, o şirin mi şirin istasyonlar kaldı o eski güzel günlerden, tüm sevimlilikleri ile. Her şeyi yakıp yıkan Nöron’lar, o geçmişin soylu şahitleri ve de o aristokrasi yuvaları eski küçük istasyonlar için, bugüne kadar yumruklarının başparmaklarını aşağı çevirmediler de, yaşamlarına son verdirmeyip hayatlarını bizlere bağışladılar(!). Ne zamana kadar mı? İşte orasını bile Allah bilir…


Haydarpaşa’dan Kore’ye Asker Uğurlanışı, 1950′ (Fotoğraf: Hikmet Ildız / R.Sertaç Kayserilioğlu koleksiyonu)