(Moda’da Sonbahar, 1926… R. Sertaç Kayserilioğlu Koleksiyonu)
Mevsimlerin her yerde aynı, fakat Kadıköy’ümde her yerden daha mevsim olduğu günlerdi. İlkbaharı yeşilin en güzeli, yazı mavinin en parlağı, kışı beyazın en beyazı, sonbaharı ise yedi rengin en hazanı. İstanbul’un yedi tepesinden mavinin yeşile, yeşilin sarıya, sarının kahverengine yayıldığı, turuncunun kızıla ve mora kur yaptığı günler. Her şey yedi renk, ya da her şey; her renk…
Evet artık mevsim sonbahar idi. Ve sonbaharın dünyası da, ilkbaharın çığırtkan, yazınsa bağrış çağrış dünyasına benzemezdi. Artık, Bağdat Caddesi’ndeki bahçelerde o pıtrak gibi açan fidanlar ve güller bitmiş, Fenerbahçe’de çekirge ve ağustos böceği sesleri sinmiş, Moda’dan Cevizlik’ten kırlangıçlar şahinler gitmişti. Kalamış’ta köşklerin bülbülleri çekilmiş, Yoğurtçu Parkı sarı kahverengi pelerinini giymiş, Kurbağalıdere yaprak yağmurlarıyla yükselip dellenmişti. Ihlamur durağındaki o büyük çınar ise, tepesindeki son leyleğini de çoktan yolcu etmişti…
Gayri bambaşka bir değişim, bambaşka bir yenilenme coşkusu sarmıştı dört bir yanı. Sonbahar, Kadıköy’e saçlarını tarayan bir sarışın kadın edasıyla gelir ve paletindeki renklerle sadece tabiatı değil içimizdeki duyguları da yenilerdi. Böyle zamanlarda sararmış yapraklarla kaplı Kadıköy sokaklarında rüzgâr yeşilimsi eser, böyle zamanlarda yağmurlarla ıslanmış Kadıköy sabahlarında sular turuncu akar, anlaşılır ki sonbahar; derin bir nehir yatağı gibi Kadıköy’ünde insanın içine işlerdi.
Böyle zamanlarda Mühürdar kendini ele verir, böyle zamanlarda Bağdat Yolu’nda insanlar fark edilir, böyle zamanlarda Kalamış, Kurbağalıdere’sine kadar hüzne ve güzele batardı. Sonbahar, sararan yaprakları ile insanları tenhalara çağırır, küllenen duyguları ile birlikte de İstanbul’a en romantik, en hüzünlü mevsimini yaşatırdı. Ve galiba da sonbahar, Kadıköy’e bir başka yakışırdı…
“Geldin mi, iyi… / Yollarından yürüyüşler sızdıran sonbahar” diye başlayan Edip Cansever’in şiirindeki gibi sonbahar, duygu demekti önce… Sonra da, Kadıköy yakasında caddelerin denize inen tüm sokak aralarında yağmurların ardından tek başına yürümek… Ağaçlardan düşen yaprakların yere nasıl salına salına, nasıl nazlı nazlı süzülüşünü seyretmek demekti… Sonra da; sarı ile yeşilin, kırmızı ile de turuncunun birlikteliğini hissetmek… Yaprakların, rüzgâr ile kolkola sundukları o hüzünlü hışırtı solosunu duymak demekti… Islak kaldırımlarda ise, tek başına dolaşırken melankoliliği yudum yudum içmek… Ama mutlaka hayal kurmak… Olacak olsun, ya da olamasın…
Değişen mevsim gibi yüreklerimiz de yeni heyecanlara hazırlanırdı. Sonbahar aşkına tutsak olmak, heyecan, sevinç, tutku ve yürek çarpıntılarıyla soluksuz kalmak isterdi kalplerimiz. Hazan mevsiminde bir muhabbet kuşu olup, dallarımıza konmasını beklerdik aşkın. Bir de; bir tutam krizantem olup, sevgilinin yakasına takılmayı…
Evet, 60’ların kuşağının duygusallığını taşımak vardı serde… Ve bizler apansız severdik sonbaharı. Güneşinin solgun ışıklarını, sanki ışıklarını daha hüzünlü saçan yıldızlarını severdik. Hazan şarkıları fısıldayan ağaçlarını, ürpertirken de haz veren rüzgârlarını severdik. Yağmurlu gecelerinde “Siera” marka radyolarımızın başında “Radyo Temsili”ni dinlemeyi, “The Autumn Leaves” ya da “Come September”ı beklemeyi severdik… Ama illaki Sezen Cumhur Önal’ın, o boğuk sesinden; “Sararan yaprakların peşinden koşturan rüzgârla, kalbinizi uçurup sevdiğinize taşıyın” dediği programda, çikolata renkli şarkıcılardan aşk şarkıları dinlemeyi severdik. Aslında sevmeyi sever, sonra da sevdiğimize sevinirdik. Galiba en çok da, Eylül’de…
Sonbahar bitenin başlayana dokunduğu yerdir, acının ise değişmez dipnotu. Onun için yanık yanık tütsü kokar sonbahar ve de onun için değdiği yeri kanatır hazan. “Yine hazan mevsimi geldi… Yine yapraklar rüzgârların peşisıra gidecek. Yine deli gönlüm, bu mevsim de hicranını yalnız çekecek ” diyen gönül, her şeye rağmen sonbaharda kendini alamaz aşktan… Ya da aniden onda bulur kendini… Tıpkı, Ahmet Altan’ın “Birdenbire Sonbahar”da bulduğu gibi; “Zaman, sonbaharla birlikte derinleşip genişler. Geceler büyür, sabahlar büyür, zamanın o genişliği içinde yalnızlığımla büzülüp ürperirim. Varlığım hiçbir anı doldurmaya yetmez, tenhalaşırım… Bu korkuyu ve onun kadar büyük isteği hissedip telaşlandığımda anlarım ki, sonbahar gelmiştir. Başımı kaldırıp bakarım; oradadır…”
Hep düşünmüşümdür, bir ömür takvimi olsa diye. O zaman yaşamın neresinde olduğumuzu daha iyi bilirdik. Oysa bilinmez ki yaşlılık ömrün neresinde başlar?… Takvim yaşı mı, beden yaşı mı, gönül yaşı mıdır önemli olan?… Yaşamın neresinde olursak olalım geriye dönüp baktığımızda yaşanmamışlıklarla dolu günler çok olmamalı, yaşam yarınlara ertelenmemelidir. Zira hayat yaşandığı kadar vardır ve bilgenin dediği gibi; “Yaşamayı ve sevmeyi ertelemeyin, sonra çok geç olabilir…”
Ama ne var ki, zaman, yine de geçmişe hiç aldırmadan herkese farklı yaşamlar sunmaya devam ediyor ve de herkes kendi hayatını yaşıyor. Kimileri Kalamış’ta park yolunda yakalıyor bu duyguyu, geriye yorgun anıları kalıyor… Kimileri ise Sahilyolu’nda yakalanıyor aşka, hayatı bir başka anlamla bürünüyor.
Haydi o zaman… Rüzgârlar “sonbahar, sonbahar” esmeye başladı bile… Yapraklar dallarından yola çıkmaya başladı bile… Ve de inanıyorum ki herkesin bir sonbaharı var ve şimdi de sıra sizde… Zira; “Yüreğini takmış peşine aşk / Hazan mevsimine demir alıyor efkar. / Aşkın saati Eylül’ü gösteriyor / İşte; mevsim sonbahar”
Nice güzel sonbaharlara ey İstanbul’um!… Nice duygulu sonbaharlara ey Kadıköy’üm!…
Fenerbahçe’de gün batımı…