“Bir Kadıköy Masalı”
Bu hayal hikâyenin üzerinden yıllar ve yıllar geçti… Şimdilerde; ne İskele Meydanı’nda sıra sıra dizilmiş faytonlar, ne “- Haydi Fener’e, Kalamış’a…” diye bağıran dolmuşlar ve de ne civarı süsleyen bahçeleri kameriyeli ahşap köşkler kaldı… Zaten hayal kahramanımız da bu dünyadan göçüp gideli yıllar oldu…
İşte; vapurun penceresinden Kadıköy İskelesi gözükmüştü gayri… Yemyeşil ağaçlarla kaplı Kadıköy aslında her zaman güzeldi de, içinde bulunduğu 1936 Mayıs’ının akşam üstüsü sanki daha bir başka yakışmıştı zannınca ona… Derken, vapurun Kadıköy İskelesi’ne yanaşmasıyla birlikte, nazikçe inen insanların arasında bulmuştu kendini. İskelenin önündeki meydana vardığında da, sıra sıra dizilmiş fayton sürücülerinin ve de dolmuş şoförlerinin birbirine karışmakta olan çağrıları karşıladı onu;
“-Fener’e, Fener’e… Kalamış’a, Fener’e…
– Haydi efendim… Suadiye onbeşe… Suadiye onbeşe.”
Yandaki arabanın şoföründen ise, daha külüstürce olan ve aslında gözden kaçmayacak kusurlarını örtme çabası içinde arabasının önünü kendince kapatmış olarak, daha mütevazi bir çağrı geliyordu; “- Ben on iki buçuğa götürüyorum… Suadiye onikibuçuk kuruş.”
İskele Meydanı’nda Şehr-i Emaneti binasının önündeki caddenin iki tarafı, sıra sıra dizilmiş, o zamanki tabiriyle “kaptı kaçtı” denen şimdiki minibüs benzeri olan vasıtalarla doluydu. Deniz tarafında ise kimi tek, kimi çift atlı sıra sıra faytonlar yer almaktaydı. Derken içini gıcıklayan bir sesle meydanın solundaki yerine doğru kavis almakta olan sarımsı yeşil tramvay çarptı gözüne. Yanları açık tenteli, 6 numaralı bu tramvay ile, Mayıs’ın ılık esen rüzgârının da teşvikiyle Fenerbahçe’ye kadar gidip dönmek arzusu kapladı içini. Sonra vazgeçti. Nasıl olsa hafta sonu gidecekti ailece Belvü civarındaki çimenler üzerine pikniğe..
Ve yine her zamanki gibi yürümeyi tercih ederek, yavaş yavaş Moda istikametindeki evine doğru yola koyuldu. Şehramaneti’nin (Belediye Dairesi) yanından kiliseye doğru giden yaya kaldırımını takip ederek sağa kıvrıldı. Şimdilerde yakın zamanlara kadar Fenerbahçeli rahmetli Ahmet Erol ağabeyin “Olimpiyat” birahanesinin bulunduğu yerlerde, o zamanlar üzerlerine tente çekilmiş kahvehanelerin önünden geçerken de içeriye şöyle bir göz attı. Dışarıdan görebildiği kadar içerisini kalabalıkça hissetmesi üzerine de kendi kendine mırıldandı: “-Bre Allahın kulları… Bu güzel havada burada pineklenir mi böyle?… Çıkın Mühürdar’a, gidin Moda’ya, yahut geçin Kurbağalı Dere’ye, ya da yürüyün Mısırlıoğlu’na. Çevrenizde bunca güzel gezilecek yerler varken, atsanıza kendinizi onca güzelliklere.”
Böyle söylene söylene yürürken, Kadıköy’ün Moda’ya doğru giden sahili olan ve Kadıköy’ün en asude, en kibar mahallesi Mühürdar Yolu’na gelmişti bile. Sahilden geçen yolun Mühürdar’a doğru yükselmeye başlamasına rağmen bu tatlı yükseliş, tuhaf değil mi onu hiç mi hiç yormuyordu. Yolun kenarındaki sahilde, zarif, her zevke uygun çıtı pıtı evleri gördü. Bunlara ev mi demeli idi, yoksa köşk mü karar veremedi. Aslında her üçü de denilebilir diye düşündü. Zira; konfor itibariyle ev, denizi arasız gördüklerinden yalı, bahçe içinde içerlek olduklarından dolayı da köşktüler. Yolun denize yakın kısmında ise, sahilden kuş bakışı ile her tarafı görebilen ve de üzeri mevsim çiçekleriyle bezenmiş halde altında oturup da rüzgârlandıkları ahşap kameriyeler…
Bu bölge, Kadıköy Edebiyatçıları’nın toplantı yerleri olmasından öte, onların kitaplarının ve aşklarının ilham kaynağı olan gezinti ve duygulanma alanıydı da. Karşıda, Topkapı Sarayı’nın üzerlerinden günün batışı ve mehtabın çıkışı en manalı olarak buradan izlenirdi. Burada; deniz bütün enginliği ile karşınızda yükselir, Sarayburnu’ndan Haliç’e, Ahırkapı Feneri’nden Zeytinburnu’na, Haydarpaşa’dan Kızkulesi’ne kadar, bütün koy, bütün Marmara sahili, daha da doğrusu bütün İstanbul, bir yığın beyaz tül gibi titreşir dururdu adeta ayaklarınızın altında.
Ve nihayet, Mühürdar yokuşu başındaki, adeta Moda sınırlarının başladığı yerdeki iki katlı ahşap evinin önündeydi artık. Solukları biraz hızlanmış, az sonra üst kat cumbasındaki sedirinde günün yorgunluğunu çıkarabileceği düşüncesinin tebessümü ile, tahta kapısındaki döner zilini çevirdi.
Evet, sevgili okurlar… Bu hayal hikâyemin üzerinden yıllar ve yıllar geçti… Şimdilerde ne iskelenin önündeki meydana sıra sıra dizilmiş faytonlar, ne “ – Haydi Fener’e, Kalamış’a… Suadiye on beşe” diye bağıran dolmuşlar, ne de oraları süsleyen; altında oturulan kameriyeleri ile ahşap köşkleri kaldı… Zaten hayal kahramanımız da bu dünyadan göçüp gideli yıllar oldu… Ama ne var ki; ben yine de arabamla oradan her geçişimde, aradan geçen bunca yıllara rağmen, kapısının önünde evine girmeye hazırlanırkenki mutlu tebessümü ile görürüm hâlâ sanki onu…
Ne diyelim; “Baki kalan bu kubbede, bir hoş seda imiş”…
önceki içerik