Kadıköy Bahariye Caddesi’nde Akyıldız Pasajı’nda, eski Broadway Sineması’nın yerinde artık birbirinden güzel oyunların sergilendiği Tiyatro Ak’la Kara var. Kurucuları Savaş Özdural ile söyleşirken, bize yine Ak’la Kara’nın kurucularından Kerem Kobanbay ve tanıtım koordinatörü Pelin Turancı da katıldı, ortaya çok keyifli bir sohbet çıktı.
Savaş Bey, sizi tanıyabilir miyiz? Siz tiyatro mezunusunuz, tiyatro oyuncususunuz, seslendirme sanatçısısınız ve Ak’la Kara’nın kurucularındansınız. Hem kendinizi, hem de Ak’la Kara’nın kuruluşunu anlatır mısınız?
Savaş Özdural: 1992 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nden mezun oldum, oyunculuk bölümünden. Uzun süre çeşitli stüdyolarda dublaj yaptıktan sonra 2001 yılında Kerem’le beraber kendi dublaj stüdyomuzu kurduk. 15 yıldır da onu devam ettiriyoruz Acıbadem’de. Orada hem Türkiye’den hem dünyadan pek çok müşterimiz var. Yabancı filmlerin Türkçe seslendirmesini yapıyoruz ve kanallara, sinemalara, DVD firmalarına bu hizmeti veriyoruz. Kerem de Mimar Sinan mezunu. 5 sene önce burayı kurduk. Eski Broadway Sineması’ydı, tadilatını yaptırdık. O günden beri de her yıl en az 3-4 oyunla perde açıyoruz. Repertuar tiyatrosuyuz. Bu da şunu getiriyor; bazı oyunlarımız devam ediyor, bazı oyunlarımız birkaç sene sonra tekrar gündeme gelebiliyor, oynayabiliyoruz. Bir yandan yeni oyunlar yapıyoruz.
Kaç oyun oldu bu zamana kadar?
5 senede toplamda 17 oyun sahnelemişiz. Bu sene de 5 oyunumuz var. İki tanesi geçen seneden devam ediyor. Birincisi “Kelebekler Özgürdür”, Kerem onda iki kez “En İyi Oyuncu” ödülü aldı. Benim oynadığım “Cyrano de Bergerac” var, bu sene şehir tiyatrosu da onu repertuarına aldı. O da 3 senedir devam ediyor, 3 tane ödül almış bir oyun o da. “Üç Nokta” diye bir vodvilimiz var. Kerem yazdı onu, hem de başrol oynuyor. Üçüz kardeşi oynuyor. Biz de şu anda “Karar Kimin” adlı bir eserin provasındayız.
Seyircinin hatırlayabileceği bir proje bu… 80’li yıllarda Richard Dreyfuss’un oynadığı bir filmi de vardı bunun. Şehir Tiyatrosu’nda falan da oynadı sonra. Kısaca bahsedeyim; bir trafik kazası sonucunda boyundan aşağısı felç olan bir heykeltıraşı oynuyorum. Bütün oyun boyunca hastane yatağındayım, hiçbir yerim kımıldamıyor, sadece boynum ve suratım kımıldıyor ve konuşabiliyorum. Zor bir rol. “Oh bütün oyun yatacaksın” diyorlar, ama kımıldamadan yatmak daha zor. Hareket ederken ister istemez bazı yerleriniz kasılıyor, bunu belli etmemek lazım falan, kolay iş değil. 6 aylık bir tedaviden sonra ömür boyu felç kalacağı anlaşılıyor, diyalize giriyor, umut olmadığını görünce o şekilde yaşamak istemediğine karar veriyor Ken karakteri ve taburcu olmak istiyor. Bir hafta içinde ölecek bu şekilde. Fakat hastanedeki doktorlar bunun bir depresyon durumu olduğunu, buna tek başına karar veremeyeceğini, onu zorla orada tutacaklarını ve zamanla bu fikrinin değişeceğini söylüyorlar. Ken oyunun 2/3’lük kısmında kendini anlatmaya çalışıyor, ama hastane yönetimine derdini anlatamayınca bir avukat tutarak dava açıyor. Bütün dünyada bilinen, ama ülkemizde az bilinen enteresan bir dava türü var. Habeas Corpus diye geçiyor, Latince. Beni isteğim dışında burada tutuyorlar şeklinde bir dava açıyor. Mahkeme talep ediyor. Yargıç oyunun son sahnesinde geliyor, iki tarafı da dinliyor. Biz burada oyunun dramaturjisiyle oynadık. Kararı biz vermiyoruz, seyirciye soruyoruz. Seyirciye girerken bir malzeme dağıtıyoruz, yeşil ve kırmızı. Hangi tarafın haklı olduğunu düşünüyorlarsa o kartı kaldırıyorlar. Çoğunluğa göre oyunun sonu değişiyor.
İnteraktif bir oyun olmuş, harika bir fikirmiş doğrusu…
Evet, herkesin konuyu ve kendisini sorgulayacağı bir konu. Biz oyunun temelinde salt özgürlüğü tartışıyoruz. En basit özgürlük, insanın kendi vücudu üzerinde karar verebilme özgürlüğüdür. Bunun zapt edilmesi bir suçtur, ya da suç mudur, hangi durumlarda zapt edilebilir, siz olsaydınız ne yapardınız gibi birçok soru var. Üç aydır oyunun içerisindeyiz, oyunun çevirisini de dramaturjisini de ben yaptım. Hala bir araya geldiğimizde oyuncularla kendi aramızda da tartışmaya devam ediyoruz. Birbirimizi ikna etmeye çalışıyoruz, fikirler değişiyor vs. Tek bir doğru yok çünkü. Seyircinin de oyundan çıktıktan sonra kendisini bir kafeye atıp kahve içerken tartışacağı bir konu olacaktır.
Tiyatro Ak’la Kara’nın ismi nereden geliyor? Ak’la Kara bir oyun seçerken neye göre seçiyor? Bir mottosu, bir manifestosu var mıdır?
Dublaj stüdyomuz da Ak’la Kara idi, o isimle devam etmek istedik. Ama sonuçta o ismi de biz koyduk. Bizim için anlamı yin yang, siyah beyaz, iyi kötü, aradaki tüm renkler gibi bir yol… Ak da kara da yoktur, aradaki renkler vardır hayatta bize göre. Oyun seçim tarzımız da böyle aslında. Çocuk oyunu, polisiye, illüzyon tiyatrosu, korku tiyatrosu, vodvil, komedi, transseksüellerle ilgili bir oyun, klasikler, Ahmet Ümit uyarlaması, hepsini yaptık. Her renkten bir şeyler koymak istiyoruz ortaya. Oyun seçerken Kerem ve ben oturup tartışıyoruz. Her sene bir komedimiz olmalı diyoruz mesela. Dram ya da polisiye olmalı diyoruz. Farklı oyunlarda oynamayı tercih ediyoruz Kerem’le. Prova dönemi çok zaman aldığı için birinin de şirketlerle ilgilenmesi gerekiyor. Oynamak istediğimiz rol ve oyunları seçiyoruz.
Mutlaka oynuyor musunuz ikiniz de her oyunda?
Kerem’in de benim de mutlaka oynadığımız oyunlar oluyor, ama hepsinde değil. “Aşk Köpekliktir”i ben yönettim sadece mesela. Kerem, “Tanrı”yı yönetti. Kerem kendi oyunlarını, vodvilleri kendisi yazıyor. Benim yazı kısmında çeviri ve dramaturji daha baskın, ama “Patron Kim”i ben yazmıştım mesela, arada oluyor. O da bir uyarlamaydı. Yazıyoruz, oynuyoruz, yönetiyoruz, seslendirme şirketinin yönetimi, seslendirmenin kendisi…
Nasıl yetişiyorsunuz, gerçekten inanılmaz.. (kahkahalar)
Evet, bir yandan diğer oyunlara gitmeye, olan biteni takip etmeye çalışıyoruz. Özel hayat vs. derken, boğuşuyoruz işte…
O zaman uyarlanmış yabancı oyunlar da var, yerli oyunlar ve kendi yazdıklarınız da. Seyircide gözlemlediğiniz bir tercih var mı peki? Daha çok ilgi yabancı oyunlara, uyarlamalara ya da yerlilere gibisinden?
Seyirci ne kadar tiyatroya geliyor o ayrı bir tartışma konusu, ama iyi oyuna geliyor. Öyle türsel bir ayırım hissetmiyorum. Tiyatro seyircisi ayırmıyor. Sadık seyircilerimiz var, tüm oyunlarımızı takip edip gelen… Belli bir türü tutmuyorlar.
Ülkemizde tiyatroya çok gidilmiyor ne yazık ki, ama son zamanlarda bir artış, düzelme var mı? Mesela çok fazla özel tiyatro açıldı, özel girişimler var. Semt tiyatroları var…
Evet, Kadıköy’de 30 tane tiyatro var kendi sahnesi olan, olmayan. Bahariye Caddesi üzerinde sadece 4-5 tiyatro var. Seyirci ise hala yeterli değil. Tüm tiyatroların toplam seyirci sayısı 150 bin desek, bunun içinde aynı seyirci de var; 50-60 bin fiili Kadıköy izleyicisi var desek, Kadıköy’ün nüfusu milyonlar…
Bilet fiyatları mı, tanıtım eksiği mi, ilgi azlığı mı, nedir?
Maalesef televizyon ve sinema hayatı biraz zorlaştırıyor. Genel anlamda eğitim meselesi var. Biz lisedeyken edebiyat öğretmenlerimiz bize mutlaka her sene 2-3 oyuna gitme ödevi verirlerdi. Zorunlu kılarlardı. Şimdi biz okullara gidiyoruz ve binbir güçlükle karşılaşıyoruz. Aman tiyatroya gidilsin, insanların eğitim kalitesi yükselsin diye bir dert olmadığı için, ne yazık ki böyle oluyor. Ailelere düşüyor biraz, okulun yapamadığını aile vermek durumunda.
Tanıtım yine de önemli… Aslında kullanışlı bir web siteniz var, malum artık her şey internet. Başka nasıl tanıtımlara yer veriyorsunuz?
Tanıtım konusunu Pelin Hanım anlatsın, ben sadece şunu söyleyeyim: Tanıtım, tiyatroya zaten gitmek isteyen ve ne var acaba diye merak eden kişiye ulaşabilecek bir şey. Aklında hiç olmayan birinin gözüne de soksanız gitmiyorlar.
Pelin Turancı: Bir web sitemiz var, Savaş Bey onu takip ediyor, güncelliyor. Onun dışında facebook, twitter, instagram’da varız. Tüm sosyal medyayı kullanıyoruz, en fazla facebook’ta takip ediliyoruz. Herkes orada malum. Yeni haberlerimizi, fragmanlarımızı, afişlerimizi oraya koyuyoruz. Oyun fotoğrafları çıkana kadar sahne arkası görüntülerimizi paylaşıyoruz, bunu çok seviyorlar. Görsel ve yazılı medyada gazeteler, dergiler, sanat dergileriyle bağlantıdayız. Mümkün mertebe onlara haber göndermeye çalışıyoruz. Düzenli olarak programımızın çıktığı dergiler var; Time Out, Milliyet Sanat gibi. Televizyonda son 5 sene içinde kültür sanat programlarında ciddi bir azalma oldu. İlk açıldığımız sene 20 program varsa, artık 4 tane falan anca var. Tiyatroyla ilgili çok fazla haber yapmak istemiyor maalesef kimse. Onlara moda, magazin ve tiyatro haberi vermeye çalışıyoruz. O zaman çünkü bunları takip eden insanlar bir şekilde tiyatrodan da haberdar olabilirler. Beş programda bir seyirci de olsa birilerinin evine girebiliyoruz, medyanın her kolunu kullanmaya çalışıyoruz. Kadıköy Life’ın çok sadık bir okuru var, bunu da biliyoruz. Kadıköy’ün de sadık bir izleyicisi var. Bunlar bizim için artılar tabii, Kadıköy’de olduğumuzdan dolayı.
Kadıköy’ün kültüre her zaman yüksek bir yaklaşımı vardı, şimdi daha da artıyor, yeni mekanlar açılıyor vs… Kadıköy’de olmak nasıl bir şey? Genel nabız hakkında neler söylersiniz?
Kerem Kobanbay: Biz zaten Kadıköylüyüz. Kendi köyümüzde, kendi salonumuzda, kendi çevremizin içinde sanat yapabilmek çok güzel. Hep söylenir, “Kadıköy seyircisi iyidir” denir. İyidir’den kasıt ilgilidir, algısı yüksektir. Sizin paylaştığınız o keyifli anı aynı keyfi alarak paylaşır. Bunu bilmek önemli, çünkü seyirci olmadan tiyatro yapamazsınız. Çok önemli bir etken Kadıköy’de olmak bizim için.
Her şeye yetişmeye çalışıyorsunuz; yazarlık, oyunculuk, seslendirme… Biraz da bu koşturmayı sizden dinleyelim Kerem Bey…
Çok keyifli gidiyor. Biz şu yolu seçtik; kendi işimizi yapmak, kendi istediğimiz işi yapmak, kendi doğrularımızla yapmak. Doğru çok göreceli bir kavram tabii… İnsanın kendi yaptığı işten mutlu olması ve takdir edilmesi çok güzel, hem seyirci hem tiyatro çevresi tarafından kabul edilen bir oluşum artık Ak’la Kara. Beşinci sezonundayız, 14 oyun sergiledik. Ciddi bir kadro ve repertuvarla kendi çizgimizle gidiyoruz.
Diğer oyunları da anlatalım?
Geçen sezondan devam eden oyunlarımız var: “Cyrano de Bergerac” ve “Kelebekler Özgürdür”. Onun dışında “Üç Nokta” diye bir oyunumuz var, her sene mutlaka bir komedi yapıyoruz. Benim yazdığım bir oyun, bir üçüz hikayesi. Üç kardeş aynı evde yaşıyorlar, bir kapı komedisi. Kardeşlerden bir tanesi taksi şoförü ve kaba saba biri. Kadında kızda gözü olan bir adam. Eve bir mutlu son masözü çağırıyor. Hale diye bir masöz gelecek. Oyun yazarı kardeşi çok heyecanlı bir tip, çok kibar ve idealist. O da kitap anlaşması yapacak, yayınevinden Jale Hanım’ı bekliyor. Üçüncüsü ise kekeme, korkak bir karakter. Oyunun en komik karakteri diyelim, o da bir cinayete tanık olmuş. Saf bir karakter, katili görmüş ve tanık olarak yazılmış. Ölen adamın karısı Lale de “Tanıklık et” demek için eve geliyor. Mafya babası, komiser, temizlikçi Fatma vs. derken herkes evde toplanıyor ve bir curcuna oluyor. İki saat boyunca gülme garantisi verdiğimiz bir oyun bu.
“Puslu Hayatlar”, Kobi Brown’ın bir oyunu, ben çevirdim ve yönetiyorum. Provalarına yeni başladık, Aralık ortasında seyirciyle buluşacak. Uyuşturucu hikâyesi… Bir gencin hayatına uyuşturucu girdikten sonra onun yaşadığı dejenerasyon, satıcılık yapması, para kazanması ve iyice dejenere olması. Bir bir hayatındaki bütün değerleri yitirmeye başlıyor. İnsanları, sevdiği her şeyi kaybedişinin hikayesi. Bu +16 bir oyun. Bizim seyirci kitlemiz genelde çoluk, çocuk, anneanne, torun gibi yaş sınırlamasızdır, ama bunda öyle değil ilk kez. Fakat 16 yaşın üstündeki gençleri de mutlaka bekliyoruz. Didaktik olmadan, kamu spotu gibi değil, ama uyuşturucu ile yüz yüze gelecekleri sert bir oyun olacak. Bir de bir çocuk oyunumuz var, “Pamuk Prenses ve İki Cüceler”. Beşi meşhur olmuş ve Hollywood’a taşınmış, bu ikisi kalmış. Böyle bir hikâye…
Kimin hikayesi?
Kerem Kobanbay: Benim hikâyem bu da, onu da yazıp yönetiyorum. O turne de yapacak Kadıköy’deki okullarda. Okulların sahnesi yoksa bizim sahnede gelip seyredecek öğrenciler. Bununla ilgili de Ak’la Kara’ya okullar başvurabilirler.
Turne oluyor mu genelde, başka oyunlarınızda oldu mu?
Savaş Özdural: Ara ara oluyor, belediyelere turne yapıyoruz. Festivaller oluyor; Ankara, Adana, İzmir. Bu sene de İzmir’e gideceğiz.
Tiyatro festivallerine ilgi farklı mı, nasıl?
Savaş Özdural: Evet, ilgi olağanüstü iyi çünkü çoğu bedava, bazıları da 3-4 lira… Şimdi orada tabii başka bir şey var. O oyunu bir defadan fazla görme şansı yok, o yüzden doluyor. Ama bu sene belediyenin yaptığı Özgürlük Parkı’nda gerçekleşen festivalde tüm Kadıköylüler alanı doldurdu. Fakat o kişiler sezonda hiçbir oyuna gitmiyorlar, sadece bu etkinliği bekliyorlar. Bu da çok hoş olmuyor tiyatro için. Orada o kadar ilgi görünce, sezonda “Seyirci nerede” diye soruyoruz ister istemez.
Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu ve özel tiyatrolar ayrımındaki farklardan bahsedebilir misiniz? İzleyici bilemeyebiliyor.
Savaş Özdural: Aslında en büyük fark, Devlet ve Şehir Tiyatrosu’nun ödenekli olması, yani devletten ya da belediyeden ödenek alıyorlar. Gişe kaygıları yok, ucuz oynayabiliyorlar. 5 lira-10 lira gibi biletler oluyor. Özel tiyatroların böyle bilet fiyatları koymalarına imkan yok.
Özel tiyatrolar da devletten ödenek alıyor ama değil mi? Hatta bu sene en fazla ödeneği ayırmışlar galiba, 4 milyon 600 bin gibi bir rakam hatırlıyorum?
Savaş Özdural: Evet ama çok az oluyor bu, devede kulak gibi bir durum. Yetmeyen bir yardım bu, çünkü çok fazla tiyatroya bölündüğü için büyük tiyatrolara aşağı yukarı 70 bin, diğer tiyatrolara da taş çatlasa 20 bin gibi rakamlar kalıyor. Bu sizin aylık gazete ilanınızı karşılıyor ancak.
Genel anlamda finans nasıl sağlanıyor?
Savaş Özdural: Gişeyle döndürmeye çalışıyoruz. Toplu satışlar olabiliyor. Belediye’yle turneye gittiğimizde orada toplu satışlar olabiliyor. Festivaller destekliyor, iyi kötü kendini döndürüyor, öyle söyleyelim.
Sanata baskı konusunda neler düşünüyorsunuz?
Savaş Özdural: Hep bu konuşuluyor. Daha ortaya birinin çıkıp da “Bize baskı kurdular, şu oyunu oynatmadılar” dediğini ben görmedim, duymadım. Hiçbir özel tiyatroya böyle bir baskı gelmedi. Devlet ve Şehir Tiyatrosu’nda geçen sene sistemi sorgulayan 4-5 sert oyun vardı. Kısıtlamaya çalışan bir durum olsa da, umarım hiç olmaz ama henüz sanatta sansür yapacak duruma gelinmiş değil. Daha büyük bir problemimiz var, oto-sansür. İş yapan, oyun koyan insanlar aman suya sabuna dokunmayayım, kimseye bir şey demeyeyim diyerek, bir oto sansür uygulayarak iş yapıyorlar. Bu sansürden daha tehlikeli.
Siz neleri takip ediyorsunuz? Nelerden besleniyorsunuz? İzlediğiniz tiyatrolardan neleri beğeniyorsunuz?
Kerem Kobanbay: Bu konuda ben çok şanslıyım, Savaş çok sağlam bir şekilde dünya tiyatro literatürünü ve sahnelenen oyunları takip ediyor. Bu da kendimizi geliştirmemiz için çok faydalı. Dünyada neler olup bittiğinin farkına varmak adına algı açıklığı yaratıyor. Ben daha konservatifim bu konuda, ama Savaş bana haftada bir raporluyor. Dünyayı takip etmemiz, dünya standartlarında hareket etmemizi sağlayacak olan olumlu bir şey. Yazarlık adına ben sadece tek türde yazıyorum, o da kapı komedisi. Onun dışında var olan oyunları kullanıyoruz. Uyarlama, çeviri… Kapı komedisiyle ilgili yazarlık serüvenimde tamamen Türk tiyatro tarihini nasıl geçebilirim diye kafa yordum. 45 yaşındayım, bu yaştan sonra ne oyuncu ne yönetmen ne yazar olarak, çok ciddi örnekler var tabii, bunu geçemem. Ama vodvil türünde çok ciddi bir örnek yok. Ray Cooney’ler falan hep oynanıyor. Bütün tiyatrolar her yıl en az 30 kere koyuyor sahneye. Ben o standartlarda oyunlar yazıp bunları belirli aralıklarla oynuyorum, derdim de bu.
Siz Savaş Bey?
Yeni işler ya da eski ama uzun zamandır ortada olmayan farklı yorumlar peşindeyiz. İlk sezonumuzda Agatha Christie’nin “Fare Kapanı”nı oynadık. 30 yıl önce Haldun Dormen bir sezon oynamış, bir daha Türkiye’nin hiçbir tiyatrosunda oynanmamış. Ama “Fare Kapanı”, Londra’da 75. yılını kutluyor. Durmadan her akşam oynamış bir oyun. Defalarca oyuncular değişmiş vs… Böyle bir oyunun kimsenin aklına gelmemesi üzücü.
Agatha Christie de aslında bizde bilinen, sevilen bir yazardır, uzak da değil bize…
Enteresan geldi bize de ve mücevher bulmuş gibi olduk. Araştırıp peşine düştüğümüz işler bunlar. Türkiye’de tabii ki bazı tiyatroların oyunlarına gidip izliyoruz, ama yeni bir yazar ortaya çıktığı zaman, yeni tarz bir iş çıkınca daha çok hoşumuza gidiyor.
Sizce bizde oyunculuk nasıl?
Türkiye’deki oyunculuk dünya standartlarında! Hatta Londra Broadway’in çok ötesinde, çünkü bizde duygu var. Amerika ve Avrupa’da duygu olayı tamamen ikinci plana atılmış durumda. Teknik, görsellik ve şaşa ön planda. Onlar duyguyu kaybetmiş ne yazık ki. Oraya gelen oyunları seyrediyoruz; muhteşem dekorlar, kostümler, uçuyorlar, dekorlar sahne içinde değişebiliyor vs. ama sahnedeki insanın duygusunu göremiyoruz. Onların gözlerinde selam verirken bile o ışıltı yok artık, çünkü o kadar kişi alkışlıyor, ama oyuncu da ne olduğunun farkında. Böyle bir problem var. Biz Türkiye’de özel tiyatrolarda uğraşanlar ne yapmaya çalışıyor; o duyguyu oyunculuk düzeyinde tutup, dışardan da hafif teknik ve görsel destekle yeni reji anlayışları gibi köprü olmaya çalışıyoruz. Bizim misyonumuz da o olacak herhalde.
Tiyatro eğitimi hakkında ne düşünüyorsunuz ülkemizde? Oyuncu olmak isteyen çok fazla insan var. Aslında oyunculuk kavramı da çok değişti, moda gibi bir şey oldu. Herkes oyuncu artık zaten. Nasıl bakıyorsunuz bu gelişmelere?
Kerem Kobanbay: Tiyatro eğitimi almak istemiyor bu oyuncu olmak isteyenler. Televizyon oyunculuğu diye bir şey var artık. Dertleri tiyatro yapmak değil. O yolda ilerlemek isteyen gençlerin konservatuvar tiyatro bölümüne girmelerini gereksiz buluyorum. Hepsinin ağzında var, ama ben bir konservatuvar okuyayım, tiyatrocu olmak istiyormuş gibi davranayım, sonra diziye kapağı atarım gibi şeyler duyuyoruz.
Bu maddi sıkıntılardan oluyor herhalde, ya da aileler de öyle yönlendiriyor sanırım…
Bu anlayışla yaklaştığınızda maddi getirisi olan bir şey değil ki zaten. Dizilerde de fiyatlar çok aşağılarda. Gençler bu işleri çok kolay zannediyorlar. Yapımcıların elinde maymun oluyorlar maalesef, setlerde saatlerce bekleyip bir sahne çekiyorlar. Yapımcılar, nasıl olsa bu çocuk elimizin altında, çok hevesli TV’de görünmeye diyorlar. Böyle bir yere gidiyor bu iş. Bütün gençlerin oyuncu olmak istemelerini çok sağlıklı bulmuyorum. Pilot olmak, mühendis olmak varken… Aslında TV’de güzel görünmek istemek dışında bir dertleri yok. Çok net bir şekilde çoğunun oyuncu olmadığını düşünüyorum.
Okullardaki eğitimi takip edebiliyor musunuz?
Savaş Özdural: Okullarda eğitim diye bir şey kalmadı. Tabii ki arada 3-5 değerli hoca var, bu iş ile hala uğraşan. Ama şöyle bir bakıyorum. Özel üniversitelerde çok fazla konservatuvar bölümleri açıldı; oyunculuk bölümleri, özel kurslar, seminerler… İsmi olan bir yerde bir oyuncu görüyorum, öğretmenlik yapıyor. Ben onu tiyatroma sokmam. Oyuncu olarak sahnede durma şansı yok, orada öğretmenlik yapıyor. Ne biliyor da ne öğretiyor. Kendisi daha yeni mezun olmuş mesela.
Kerem Kobanbay: Biz çok şanslıymışız. Mimar Sinan’da çok güzel bir dönemde, çok değerli hocalarla eğitim görmüşüz. Bazıları çok iyi hoca, bazıları çok iyi oyuncuydu. Sahneye çıkıp göstermeleri yetiyordu.
Oyuncular kendi aralarında nasıllar? Afife Jale Ödülleri öncesi bazı polemikler olmuştu. Bu konularda neler söylemek istersiniz?
Ödül kriterleri çok göreceli. Bize de jüriler geliyor, 4-5 ödül komitesi var. Kendi aralarında bile yarış halindeler. Sportmen bir yarış değil. Birbirleriyle ilgili dedikodu yapıyorlar. Tiyatro camiası da çok güvenilir bir camia değildir. Tiyatrocular birbirlerini pek sevmezler, çok beğenmezler. Gidip de birinin oyununu seyredip, iyiliğini düşünüp, mutlu olup seyreden çok az oyuncu vardır. Bunun çeşitli sebepleri olabilir, aşağılık kompleksi ya da ego olabilir. Sağlıklı olan, her meslek grubunun birbirine eski loncalar gibi destek olmasıdır. Biz Kadıköy’de iyi bir örnek teşkil eden bir oluşum içindeyiz, Kadıköy Tiyatroları Platformu. Bu platformda 20 tiyatro var. Biri sevgili hocamız Levent Kırca idi. Şimdi 19 oldu, şimdi yeni bir yer daha açılıyor. Birbirlerine destek olmaları çok önemli.
Böyle bir platform olması çok önemli, ben sevindim şahsen.
Evet, olabildiğince aktif tutmaya çalışıyoruz.
Levent Üzümcü’nün İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan ihraç edilmesi konusuna ne diyorsunuz?
Levent, sadece mesleğini yapmak isteyen çok iyi niyetli, çok da iyi bir oyuncudur. Fakat sapla samanı karıştırıyoruz. Adam mesleğini doğru düzgün yaparken kendi düşüncelerini de başka bir platformda, hür bir ülkede ifade edebilir. Ama bundan dolayı mesleğiyle ilgili bir ceza alıyorsa, ciddi tehditler var demektir. Sohbetin ortasında Savaş, “Tiyatrolara bir baskı yok” dedi ama ben böyle düşünmüyorum, bu bir baskıdır mesela. Bizim Ak’la Kara olmamız da budur. 31 yıldır bu durumla barışık yaşıyoruz. Çoğu konuda anlaşamayız, ama anlaşabildiğimiz tek konu varsa kendimize ve birbirimize güvendir. Bundan dolayı zaten böyle iyi gidiyor. Tabii Levent’in popüler olması, bu konuyu çok gündemde tutmuş oldu. Popüler olmayan bir çok arkadaşımıza bu tarz şeyler yapılıyor, ama belki haberimiz bile olmuyor. Belki de olumlu oldu o anlamda, farkındalık yaratmış oldu. Kendini ifade etmeye devam ettiği için de çok cesur ve başarılı buluyorum.
Bir yandan internetin varlığı insanları daha çok bir araya getirdi; sendikalar savunuyor, imzalar toplanıyor.
Savaş Özdural: Evet, ama Şehir Tiyatrosu’nun bir oyuncusuna bir şey oluyorsa önce Şehir Tiyatrosu’nun oyuncusunu savunması lazım. Yönetimin savunması lazım, halka ve sanatseverlere gelinceye kadar…
Çok teşekkür ederiz cevaplarınız için.
Biz teşekkür ederiz, keyifli bir sohbet oldu…