Dokuz Eylül Üniversitesi’nden emekli usta tarihçi Salih Özbaran’ın yeni kitabı “Ummanda Kapışan İmparatorluklar; Portekiz ve Osmanlı”, Tarihçi Kitabevi etiketiyle raflardaki yerini aldı. Anadolu Yakası okurları için Salih Özbaran ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
(Röportaj: Şenol Çarık)
Çalışma, iki imparatorluğun Hint Okyanusu’ndaki kapışmasını ve yayılmasını, o yöndeki stratejisini ve çevresindeki yapılanmasını konu ediniyor. Bir yanda Süleyman Paşa’nın Hindistan sahillerinden eli boş dönüşünü, ünlü bir denizci ve bilgin Piri Reis’in 80’i bulan yaşında Sultan fermanıyla kellesini kaybetmesini de ele alan çalışma, sizi ummanda bir serüvene götürüyor.
– Belki çok alışılagelmiş bir soru olacak ama, söyleşimize kitabınızın konusuyla başlayalım. Neden “Osmanlı ve Portekiz”?
Bunun yanıtı, 1960’lı yıllara kadar uzanan bir sürecin içinde saklı… Herşey, İstanbul Üniversitesi’nde hazırladığım bir mezuniyet teziyle başladı. 1962 yılında danışmanım Cengiz Orhonlu’nun önerdiği konu, Basra Körfezi’nde çekişen iki imparatorluğun yapılanması, özellikle İstanbul’da Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde korunan padişah fermanlarında yansıyan bilgiler tarihçiliğimin abecesi oldu. Zamanla, yurtiçi ve yurtdışı arşiv ve kitaplıklarında bulduğum bilgilerin rehberliğinde, 16. yüzyılın tüm Hint Okyanusu’na yayılan olay ve olgularıyla sürdü ve bu kitapta yer alan son çalışmalarımla noktalandı. Demek ki sorunuzun yanıtı, yarım yüzyılı bulan araştırmalarımın olgunlaştırdığını sandığım bir kitabıma koyduğum başlık oluyor.
– Kitabınızın iç kapağının başlığında dört sözcük dikkatimizi çekiyor: “Emperyal ve kutsal”, “Muhafız ve mültezim”… Bunları biraz açabilir misiniz?
Kitabın iç kapağında yer alan bu dört sözcük ile Osmanlı ve Portekiz İmparatorluklarının temel niteliklerini ifade etmek istedim. “Emperyal”lik ile yönetim merkezlerinden çok uzaklara ve artı değerlere el atan imparatorluk vasıflarını; “Kutsal”lık ile yaymak istedikleri dinler adına takındıkları tavırları; “Muhafız”lık ile sınırsız denilebilecek toprak ve denizleri egemenlik altında tutabilmek, hatta sınırlarını daha da genişletmek için yaptıkları bekçilikleri ve “Mültezim”lik ile de vardıkları yerlerde “iltizam” sistemini uygulayanları, yani vergileri toplama işini üstlenenleri dile getirmek istedim. Ülkemizde milyonlarca öğrenci için hazırlanmış tek tip tarih kitaplarında “devlet” olarak nitelendirilen – “sömürgeci” niteliği bulaşmasın diye “imparatorluk” vasfı yakıştırılamayan – adeta sınırsız bir imparatorluğun yaşam biçimini yansıttım.
– Hint Okyanusu’na yönelik Osmanlı siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osmanlıların Hint Okyanusu’na yönelik siyasetine, demin söylediklerimi dikkate aldığınızda sanırım bir yanıt bulabilirsiniz. Kestirme ve özet olarak bir yanıt verecek olursam, merkezden hazırlanmış bir “master plan” yoksunluğundan, birbirini uyumla izleyen uygulama eksikliğinden ve tabii ki okyanusa yatkın eğitimli denizci kıtlığından söz edebiliriz. Ayrıca, Umman’a açılan bir imparatorluğun uzun yolculuklara da göğüs gerebilecek bir ticaret ağı geliştirememiş olması, onların sınırsız denilebilecek yayılmalarına sınır getirdi.
– Kitabınızın kapağında da kullandığınız “Umman’daki bir kapışma”dan söz ediyorsunuz. Nedir bu kapışmanın ana nedeni?
“Umman’da kapışma”nın anlamı, demi
– Ülkemizde sürdürülen deniz aşırı araştırmalar sizce hangi boyutta?
En büyük dertlerimizden birine parmak basan soru bu ve benim her fırsatta dile getirmeye çalıştığım, Türk tarihçiliğindeki sorun… Ülkemizde deniz aşırı araştırmalarının sessizliği yanına, ben “öteki” dünyaları, ülkeleri, toplumları konu eden, yakından tanıyan tarih çalışmalarının eksikliğini dile getirerek cevap vermek isterim. Böyle bir eksiklik Türk tarihçiliğini öksüz bırakıyor, kıyaslama olanağını kısıtlıyor, yorumlarda “biz”li tarihçiliği törpüleme olanağına yer vermiyor.
Son zamanlarda Özlem Kumrular tarafından hazırlanan İspanya – ve başka devlet ve imparatorluklar – merkezli bilgilendirmeler, bu yolda ne denli yararlı olabileceğinin örneğini verdi. Gerek üniversitelerin öğretim ve araştırma programlarında, gerekse tarih ders kitaplarında, içe kapalılığın panzehiri olabilir deniz-aşırı araştırmalar… Özeleştiri için bir ayna görevi yapabilir başka dünyaların tarih kaynakları… Ben bu konu üstüne çok şey yazdım, burada yinelemek gereksiz…
– Önümüzdeki sürece dair başka çalışmalarınız var mı?
Ben, Osmanlıların güney Arap ülkelerine ve denizlerine yönelik çalışmalarımı sanırım noktalıyorum bu kitabımla… Tarihçiliğin böylesine geniş alanına ve yüzyıllık sürecine basit bir katkıda bulunabildiysem ne mutlu bana… Tabii emekli olsam da, epeyce rahatsızlıklar geçirmiş bulunsam da, mesleğimi yazarak sürdürmek istiyorum, doktorlarımın desteğiyle… Ama rotamı değiştirdim son zamanlarda…
Osmanlı tarihçiliğini roman yazarlığına çeviren, pahalı ilanlarla 100-150 bin baskı yaktıklarını duyuran, hem Osmanlı hayranlığı yaratmaya çalışırken, hem de Cumhuriyet aşağılamasını görev edinmiş olan kalemşorların ortalığı doldurduğu zaman ve zeminde Osmanlı tarihçiliğinin tadı kaçtı. Artık doğum yerim, çocukluğumu ve erken gençlik yıllarımı geçirdiğim Turgutlu (Kasaba) tarihini duyurmaya çalışıyorum.
– Son olarak neler söylemek istersiniz?
Bu sorunuzu özgür bir kürsüde sorulmuş olarak telakki ederek, biraz da tarihçiliğin son zamanlarda yaşadığı tutsaklıktan, tek yanlılıktan bahsetmek isterim. 1960’lı yıllarda Türk tarihinin tanınmış bir öğretim üyesi, benim için “Ne işi var onun okyanuslarda; Anadolu’da, Türk tarihinde birçok konu varken” demişti. Belki benim için düşünülen böyle bir girişim, yani daha yakın konular üstünde ve fazla kaynak dili gerektirmeyecek çalışma önerisi mantıklıydı ve o yıllarda Türk-İslam milliyetçiliğinin rüzgarları da esmeye başlamıştı.
1980’li yıllar, 12 Eylül rejiminin getirdiği tutsaklık, tarihçiliği daha da sınırlı hâle soktu. Üniversite programları Ankara’dan buyruldu. (Bu arada parantez içinde ifade etmeliyim ki, o yıllarda ve sonradan çıkan dergiler, yapılan çeviriler, tarihçiliğin farklı yüzünü de müjdeliyor gibiydi).
Gel zaman git zaman, 2000’li yıllara ulaşıldı. 1990’lı yıllarda özellikle tarih ders kitaplarıyla ilgili eleştiriler ve öneriler adeta silindi. İslam merkezli ve Osmanlı eksenli bir tarih çılgınlığı başladı. Vaktiyle tutucu sandığımız tanınmış tarihçiler bile sollandı. Bu benim için, klasik tarihçilik ortamında yetişmiş birisi için, – sol görüşlü olup da kendilerini güya Cumhuriyet’i dönüştürme sevdasına kapılanlar bir yana – tam bir şaşkınlık oldu. Eski solcuların, hatta liberallerin bu günlerde tezahür eden (son dakika) şaşkınlıklarına ne diyebilirim ki…
Türkiye’de bol keseden açılan fakültelerin ve onların içini çok eksik kadrolarla doldurmaya çalışanların, köklü fakültelerde yaşanan erozyona yol açanların, televizyon ekranlarında, gazete yazılarında her hafta, her gün, 2013 yılına girdiğimiz şu sıralarda dahi yerli yerine oturtulamayan demokrasi eksikliğini bir tarafa iterek ve Cumhuriyet karşıtlığına bürünerek musahiplik yapanların, padişaha methiye (övgü) dolu şehnâmecilik örnekleri verenlerin, ders kitaplarını dünyadaki gelişmelere açamayanların boyundurukları altındadır tarih, tarihçilik…
Onca tarihçi kalabalığından sıyrılıp ara sıra kendini gösteren, özgün ve okunabilir kitap ve makaleler yazanlar, ekranlardan katkıda bulunan “bazı” tarihçiler, bizleri ve sizleri rahatlatsa da yanıltmamalıdır.